ÜÇLEME - AĞLAYAN
ÇAYIR: MÜLTECİLERİN YÜZYILLIK YOLCULUĞU (AĞLAYAN ÇAYIR / Trilogia: To Livadi
pou Dakryzei)
“Ben dünyaya kini
değil aşkı bölüşmeye geldim”
Antigone
Mülteciler,
ellerinde bavullar bir nehrin kıyısına gelirler. Bir sınır olan nehrin diğer
yakasından gelenlere sorulur: “Kimsiniz, nereden geldiniz?”, “Biz Yunanız”
yanıtı gelir. Yıl 1919’dur. Mülteciler Odessa’dan gelmişlerdir. Kamera nehrin
kıyısında duran mültecilere doğru ilerler. Önde bir aile durur. Anne ve babanın
ortasında da biri kız diğeri erkek iki küçük çocuk. Hikayeleri anlatılacak bu
çocuklar yan yanadır. Tragedyalarda olduğu gibi bir anlatıcı, dış ses
–Angelopoulos’un kendisidir anlatıcı- bize göç edenlerin, ailenin hikayesini
anlatır. Aile, küçük kız Eleni’yi kimsesiz bulunca yanlarına almıştır.
Odessa’dan göç etmelerine neden ise Ekim Devrimi olmuştur. Göç eden başka
ailelerin siyah beyaz fotoğrafları geçer perdeden. Ağlayan Çayır’ı Angelopoulos
filmlerinde aşina olduğumuz ve filmin giriş sahnesinde de özetini gördüğümüz ve
sizlere aktarmaya çalıştığımız buna benzer uzun plan sekanslarla bir bir
anlatmak mümkün. Ağlayan Çayır’da Angelopoulos’un sinema dilini oluşturan
filmden filme taşıdığı biçimsel ve tematik özellikler giderek incelmiş,
süzülmüş ve kendini temsil eder olmuştur. Bir Angelopoulos filmi üzerine
yazarken prolog kısmını oluşturan bu dile dair söylenecekler çoğu zaman
bellidir. Bir kez daha tekrar edelim. Angelopoulos sinemasında uzun ve mesafeli
çekimler, gerileyen veya ilerleyen uzam, derin perspektif içeren planlı kadrajlar,
boş çerçeveler, ölü zamanlar sürekliliğini koruyarak her filminde
varolagelmiştir. Bu süreklilik film temalarında ve karakterlerinde kendisini
gösterir. Yalnızlık, sürgün olma, göçmen olma hali, bir ev arayışı, kendini
bilme, tarihini bilme de hep sorgulanagelmiştir. Theo Angelopoulos tarihten,
mitolojiden ve tragedyadan aldığı kaynağı kendine özgü sinema diliyle, eski bir
usta olarak film çekme inadından vazgeçmeyerek ve çektiğini şiire dönüştürmeyi
de ihmal etmeyerek sinema yapmaya devam ediyor hala. Filmin adının dahi bir
üçleme olması, vaadinin ve inadının altını çiziyor gibi. İnadın ben de altını
çiziyorum bu denli yapay ritme uyumlu seyircinin, ticari sinemanın baskın
varlığına rağmen film çekiyor olması nedeniyle. Ancak yine de bir farklılık
olarak görmezden gelinemez; bu kez 20. yüzyılı- bu filmde ilk yarısını-,
Yunanlıları, Yunanistan yakın tarihini, fin de siecle melankolisini klasik
tragedya anlayışına ilk kez bu denli yakın, düz ve kronolojik bir biçimde
anlatıyor.
Gel kadınım tuza
bulanmış kirpiklerin,
Yılların çilesiyle
tunçlaşmış elin
Ve yoksulların
yakasını bırakmayan kederinle.
Sevgi yolunu
bekliyor fundalıkta.
Martı mağarasına
asıyor senin kararmış, azizleşmiş suretini
Ve saygıyla
ayaklarını öpüyor küskün deniz kirpisi
Filmin öyküsünü
anlattığı Eleni, pek çok tragedyanın kadın kahramanlarının ortak, tek olmuş
hali gibidir. Eleni, Spiros’un oğluna aşıkken, karısı öldükten sonra Spiros’un
kendisiyle evlenmek zorunda bırakılır. Baba Spiros, oğlu ve Eleni’nin ikiz
çocukları olduğunu bilmez. Eleni, sevdiği adamın babasıyla evleneceği gün,
beyaz gelinliği üzerindeyken, kaçar Eleni. İki genç köyü terk eder. Spiros’un
oğlu- filmde adı geçmez gibidir- Aleksi, babası ve sevdiği kadın Eleni’nin
düğün gecesi boyunca akordeonuyla müzik yapmıştır. Müzisyenler yanlarına
alırlar onları ve mültecilerin her dönem başşehri olmuş Selanik’e varırlar.
Oidipus’u hatırlatan bu öykünün yanı sıra bir başka belirgin gönderme
birbirlerini öldürmek için savaşan kardeşleri arasında bir ayrım yapmayan Antigone’yedir.
İç savaş sırasında düşman olan iki kardeşin savaşı, Eleni için çocuklarının
sonu olacaktır. Yeni dünyaya giden kocasının İkinci Dünya Savaşı sırasında
yaşadıklarını anlattığı mektuplar, birleşemeyen bu aşıkların seyrek haberleşme
aracıdır ve bu mektuplarda anlatılanlar da Odysseus’un yolculuğunu çağrıştırır.
Angelopoulos miti tarih öncesinden çıkartır, Modern Yunanistan tarihiyle
buluşturur. Film boyunca kahramanlar kendi hikayelerini anlatırken 20. yüzyıl
Yunanistan’ının belli dönüm tarihlerini de anlatırlar. Bu dönüm tarihlerini
göçler, iç savaşlar ve dünya savaşları belirlemiştir. “Yüzyılın sonu geliyordu
ve ben bu yüzyılda yaşananları düşünmeye başlamıştım. Yüzyıl esas olarak
savaşla- Birinci Dünya Savaşı- başlamıştı. Edebiyat, resim ve diğer sanatlarda
modernizmin estetik devrimi yaşanıyordu. Ve sinema vardı- bu sinemanın
yüzyılıydı. Be elbette benim yüzyılım oldu; çocukluğumun, gençliğimin,
düşlerimin, aşklarımın, filmlerimin… yüzyılı. Ve ben bütün bunlardan geriye ne
kaldığını görmek, denemek istedim. Öyle bir yüzyıldı ki bir noktasında umut
doluydu ve tarihte hiç görmediğimiz değişiklikler yaşandı dünyada. Fakat yüzyıl
sona erdiğinde geriye kalan acı bir tat oldu… Ve yüzyıl, Saraybosna’da bile,
yine savaşla bitti. Sosyalizm düşüncesi gitti, her yere ırkçılık hakim oldu,
yeni savaşlar demokrasi adına sürdürüldü.” Bu yüzyıla tanıklık eden hayal
kırıklıklarına uğradığını ifade eden bir aydın olarak Angelopoulos bu kez
Yeniden Yapım filminden sonra yine bir kadın kahraman üzerinden anlatıyor bu yüzyılı.
Bu seçimin nedenleri de yine savaşlara ve göçlere dayanıyor. Simgeleşen beyaz
gelinlik içinde ya da yanında gördüğümüz Eleni çoğu zaman acılı ve hatta
ağlamaklı ifadesiyle daha çok kara giysileriyle yaşıyor filmde. Sonunda
yazgısını değiştiremeyen bir tragedya kahramanı olarak acısını dışa vuruyor
çığlığıyla. “Fakat bu yüzyıl aynı zamanda annemin yüzyılıydı. Kadınların
yüzyılıydı. Erkekler savaşırken, kadınlar da acı çekti. Annem kaybettikleri
yüzünden hep karalar giyindi. Benden iki yaş küçük bir kızkardeşim vardı.
Öldüğünde daha 11 yaşındaydı ve bu benim ölümle ilk karşılaşmam oldu. Kadın
karakterler tragedyaya daha yakınlar. Özellikle filmin ele aldığı dönemde,
kadınlardı geride kalanlar, erkekleri savaşa ya da yurtdışına gittiklerinde en
çok kaybı onlar verdi. Bununla ilk gerçek karşılaşmam ise Yeniden Yapım filmini
çekerken oldu. Filmi çekmek için gittiğimiz o köyde sadece kadınlar vardı esas
olarak. Erkekler Almanya’ya işçi olarak gitmişlerdi. Birkaç yaşlı adam,
çocuklar ve kadınlar kalmıştı geride.”
Nehirden kaçan,
geride duvağını bırakan mutsuz gelinin düğününü bu kez görmeyiz. Puslu
Manzaralar, Leyleğin Geciken Adımı ve Sonsuzluk ve Bir Gün filmlerinde beyaz
gelinliği içinde gelini ve damadı gördüğümüz düğünlerden farklı olarak-Leyleğin
Geciken Adımı’nda nehir yine bir sınır olmuş gelin ve damadı iki ayrı yakada
bırakmıştı. Puslu Manzaralar’da gelin yine mutsuzdu, düğününde ağlıyordu. Eleni
ve Aleksi müzisyenlerle beraber bir gece vakti Selanik limanına vardıklarında,
müzisyenlerden keman çalan Niko onlara yardımcı olur ve annesiyle beraber
kaldıkları yere götürür. Mülteciler kenti Selanik’in mültecilerle dolu tiyatro
salonunda kalırlar hep birlikte. Niko da kendi hikayesini burada anlatır.
1922’de İzmir’den gelmiştir. İzmir konservatuarından diploması vardır. Kamera
locaları göstererek kaymaya devam ederken, burada yaşayan insanları anlatır
bize Niko. Bu sahne Leyleğin Geciken Adımı’ndaki tren kompartımanlarını
hatırlatır bize. Farklı ülkelerden gelen mülteciler bu kez de Yunanistan’ın
sınır kasabasındaki kullanılmayan tren kompartımanlarını ev olarak bellemiştir.
1922’de gelen 85 ailenin de İyonya’dan gelip bu salonun localarını ev
bellemeleri gibi. 1922’de yaşanan göçün nedeni Yunanlıların isimlendirdiği
Küçük Asya Felaketi ya da Kurtuluş Savaşı sırasında yaşananlar ve sonrasında
gerçekleşen mübadeledir. Mübadele ile birlikte 1.200.000 Yunan asıl anayurtları
olarak gördükleri Anadolu'yu terkedip, taşra olarak düşündükleri Yunanistan
topraklarına gelmek zorunda kaldılar.
Yunanlılar bir
diaspora halkıdır diyebiliriz, dolayısıyla Yunanlıların tarihini göçler
belirlemiştir. 20. yüzyıl boyunca ya yeni mülteci akımları yaşanmış ya da
dışarıya göç verilmiştir. Bu nedenle ev arayışı, evsizlik ya da Yunanlının kim,
insanın evinin neresi olduğu sorusu sinemada da hep sorulagelmiştir. Bu yazıda
elde olmadan Angelopoulos’un artık karakterlerine anlattırdığı, bir anlamda bu
şekilde onların yaşamlarını doğrudan etkilediğini anladığımız öte yandan da
olayların bütünlüğünü, devamlılığını yitirdiğimiz, geri planda kalan ve
sinemasında da farklı anlamlara kavuştuğunu gördüğümüz geçtiğimiz yüzyılın
tarihsel dönem ya da olayları için parantezler açacağız. Şimdiki parantez
mübadeleye dair. Mübadele öncesinde İzmir’de yaşanan olaylar zorunlu bir göçe
neden olmuştu zaten. İzmir şehrinin başına gelenlerin her iki ülkeyi de
etkilediği açık olmakla beraber bu etkilenimden Yunanistan’ın payının daha
yüksek olduğu da söylenebilir. Bu etkinin birinci nedeni yaşanan göç dalgasının
var olan nüfusu % 25 oranında artırmasından kaynaklanır. Bu nüfusla birlikte
özellikle Atina’nın Pire limanında ve Selanik’te yeni “gettolar” yükselir.
Kentin yoksul çeperlerine dahil olan yeni nüfus anakarada yaşayan Yunanlılara
yabancı bir kültürün de temsilcisi gibidirler. Aynı tarihlerde Türkiye dışından,
Rusya ve Bulgaristan’dan gelen mültecilerle birlikte Yunanistan’daki nüfusun
1/3 oranına eşit bir rakama ulaşan mültecilerin yeniden yerleştirilmeleri,
Yunan toplumunda yaşamın her alanını etkiler. Anakarada yaşayan Yunanlılar,
sadece dilleriyle değil getirdikleri kültürle de yabancı olan bu insanlara
önyargı ile yaklaşırken; görece daha kentleşmiş kozmopolit İzmir’den gelen
Rumlar da anakarada yaşayanları taşralı olarak görürler.
Eleni’nin peşinden
gelen Spiros damatlık kıyafetiyle tiyatro salonuna gelir. Tiyatro sahnesinde,
Eleni ve Aleksi’ye orada olduklarından emin, yine talihini değiştiremeyen bir
başka tragedya kahramanı gibi: “Oğlum kollarında tuttuğun o kadın benim karım.
Beni utandırdınız, ne gururum kaldı ne onurum. Acıyor herkes bana” diye seslenir.
Sahnede yıkılmış bir adam Eleni diye bağırırken salonda elinde fenerleriyle
izleyicileri vardır. Artık Eleni ve Aleksi’nin dostu, sırdaşı olan Niko, onları
Çarşaflı mahalleye gönderir. Derme çatma evlerin olduğu, yoksulluğun gözle
görülür bir biçimde hakim olduğu bu çamurlu mahallede bembeyaz çarşaflar
asılıdır kıyıda. Adını bu çarşaflardan alan mahalle az önce bahsettiğimiz
şehrin çeperine iliştirilmiş gibi duran yine mültecilerle nüfusunu bulan
“getto” mahallelerden biridir. Akordeon çalan Aleksi Niko’dan birlikte
çalmaları için teklif alır. Müzisyenlerin buluştuğu bu mahallede Eleni ve
Aleksi çocuklarına da kavuşurlar. Film bir yandan Eleni’nin hikayesini
anlatırken bir yandan da Niko’nun başlıca karakter olduğu müzisyenleri de
anlatır.
Filmin atmosferine
uygun bir biçimde film boyunca dinlediğimiz melankolik müzik geçtiğimiz
yüzyılda yaşananlara ilişkin Angelopoulos’un yaklaşımını da yansıtır. Yıkımdır
geriye kalan dolayısıyla hüzün. Angelopoulos, Yeniden Yapım (Anaparastasi,
1970), 36 Günleri (Meres Tou 36, 1972), Kumpanya (O Thiassos, 1975), Avcılar
(Oi Kynighoi, 1977) ve Büyük İskender (Megaleksandros, 1980) gibi 1970’ler
boyunca yaptığı politik, tarihsel ve epik yaklaşımı içeren filmlerden sonra
1980’lerle birlikte geçmişteki yıkımlardan payını almış kendi kuşağı dahil
farklı kuşaklardan insanların öykülerini anlatmaya başlıyordu. “Tarihin sessiz
bir döneminde yaşıyoruz ve bu sessizlikte yaşamak zor olduğu için yanıtı kendi
içimizde arıyoruz. Tarihte bir hareketlilik olmadığı için, onun devamlılığına
atılmış kertikte insanın kendi etrafına bakmaya meyilli olması doğaldır. Bu
süreklilikte yaşamış benim kuşağımın duyulan üzüntüyü, hayal kırıklığını ifade
etmemesi mümkün değil” diyen yönetmen bundan böyle filmlerinde şimdiki zamana
hakim, “sessiz tarihi”, “sessizliği” anlatmaya başlayacaktı. 1980’lerdeki ilk
üçleme sessizlik üçlemesi olarak geldi: Kitera’ya Yolculuk (Taxidi sta Kithira,
1984), Arıcı (O Melissokomos, 1986), Puslu Manzaralar ( Topio Stin Omichli,
1988). 1990’larda reel sosyalizm deneyimi sonrasında yaptığı filmlerin ortak
teması “sınırlar ve sürgünlük” olur ve bu kez sadece kendi kuşağına adar
filmlerini. Filminin kahramanları kendi kuşağından aydınlardır. Leyleğin
Geciken Adımı’nda (To Meteoro Vima Tou Pelargou, 1991) siyaseti bırakmış bir
politikacı ve onu izleyen gazeteci , Ulis’in Bakışı’nda (To Vlemma tou Odyssea,
1995) Manaki Kardeşlerin filminin peşinden gitmek için yeniden memleketine
gelen ve Balkanlarda bir yolculuğa çıkan yönetmen, Sosnsuzluk ve Bir Gün’de
(Mia Aionitita Kai Miamera, 1998) ise şair Solomos’un izinden giden ve ölmek
üzere olan şair olmuştur. Bütün bu kahramanların yolculukları çoğu zaman
içseldir. Kendisini de böyle anlatır: “Nedenini bilmiyorum ama kendi ülkemde
kendimi içsel bir sürgünde hissediyorum. Bu tamamen kişisel bir duygu. Henüz
evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım yeri bulamadım.”
Ağlayan Çayır ve
ardından gelecek filmler Angelopoulos’un geçmişe baktığında da şimdiyi anlamaya
gayreti içinde olduğunu düşündürtüyor. Geçmişe ve günümüze; içinden geçtiğimiz
ve içinde yaşadığımız yüzyıla bakışının- kendine has ve kendi ismiyle anılır
olmuş şu bakış- zaman içinde değişimini ya da ne olacağını üçleme boyunca da
takip edeceğiz. Şu an söyleyeceğimiz, yukarıda andığımız filmlerinden yola çıkarak;
epik filmlerden lirik filmlere sinemasının yaşadığı dönüşüm olacak sadece. Ve
Kumpanya, Ağlayan Çayır en çok onu hatırlattığı için, sadece Brechtçi epik
filmler arasında değil, sadece Yunan sinema tarihinde değil dünya sinema
tarihinde de unutulmaz yerini koruyacak diye düşünüyoruz. Ağlayan Çayır’ın
merkezine tek bir insan yerleşirken Kumpanya, gezici Kumpanya oyuncularıyla
aynı tarihi anlatıyordu.
Ve gün battıktan
gün doğana dek bu klarnet ve keman
seslerinin
yankıları
anlatır otlara ve
çamlara onların özlemleriyle
acılarını.
Ve lir gibi türkü
çağırır kayıkların halatları.
Ve Odysseus’un
şarap kıyısından acı denizi yudumlar
denizci.
Aleksi’nin de
akordeoncu olarak dahil olduğu müzik grubu Kumpanya filminde anlatılan
tiyatroculara benzer bir biçimde başka bir şehre turneye çıkarlar. Kumpanya
filmindeki akordeoncu her oyunun başında bir açılış yapar ve oyunu tanıtırdı.
Vardıkları şehir Angelopoulos’un filmlerinde daha önce de karşılaştığımız sıra
sıra kahvelerin, tavernaların olduğu Kuzey Yunanistan’da bir küçük şehirdir ve
müzik yapacakları taverna kapalıdır. Hayal kırıklığına uğrayan grup trenle geri
döner Selanik’e. Aleksi Amerika’ya gidecek bir müzik grubundan teklif almıştır.
Amerika yolculuğuna ve gruba dahil olmadan önce müzisyen Markos, Aleksi’yi
dinlemek ister. Markos ismi-büyük rebet Markos Vamvakaris’e gönderme yapılır
gibidir-, müzisyenlerin işsiz kalması, müzik yapacakları tavernanın kapalı
olması müzik aracılığıyla bir döneme işaret eder. Nitekim Halk Cephesinin
faşizm karşıtı çağrıları, fabrika önünde yapılan eylem sonrasında Niko, Eleni
ve Aleksi’ye “1936 yılı karanlık!” diyerek karanlık dönemi açıklar. Açıklar
demekle sadece hangi zamanda olduğumuzu anladığımızı yazmak istiyorum aslında,
dolayısıyla bu dönemde müzisyenlerin başına ne geldiği konusunda bir başka
parantez açıyorum. 1936 yılında iktidarı alan Metaksas diktatörlüğü boyunca
özellikle rebetlerin müzik yaptığı mekanlar kapatılıyor. Rebetler ağır hapis
cezalarına çarptırılıyor. Bu dönemde Ege’nin iki yakası Pire ve İzmir’i biraraya
getiren rembetiko şarkıların sözleri- polislerle dalga geçen, hapisteki
arkadaşlarının yaşamını ve haşhaşı öven- değişmeye başlar ve bir çok rembetiko
müzisyeni Atina’dan ayrılarak Selanik’e gitmeye başlar. Bu müzisyenler arasında
en ünlüsü Markos, Markos Vamvakaris ve arkadaşlarıydı. Aynı dönemde
mültecilerin yaşadığı yoksul mahalleler baskınlara uğramaya, yıktırılmaya
başlandı.
Filmde, dönemin
politik olaylarından biri de müzisyenlerin yapacakları grevin engellenmesiydi.
Sonunda terkedilmiş bir yer bulunur ve müzisyenlerin düzenledikleri gece
yapılır. Dans ve müzik yine sisteme meydan okumak için bir araya gelir. Dans ve
müziğin bu şekilde kullanılışı, kralcılar ve solcuların birbirine meydan
okudukları sahneyle Kumpanya’da yer almıştır ilk. Megaleksandros’ta
Aleksander’ın adamları ve komünü yaşatmaya çalışanlar arasındaki ilk gerginlik
ve karşılaşma da bu biçimde verilir. Avcılar filminde de benzer sahneler
vardır. Ancak diğer filmlerden farklı olarak politik olayların Ağlayan Çayır’da
yer alışı bu sahnede olduğu gibi karşıt düşüncelerin çatışması biçiminde
yaşanmadığı gibi karakterlerin ya da film öyküsünün gelişimine katkıda
bulunamamış, daha çok bağımsız sahneler olarak kalmıştır. Spiros son olarak bu
sahnede çıkar ortaya. Kendi tragedyasının son sözlerini, “Bu delikanlı ağaçları
bile dans ettirebiliyormuş. Benim için çalmasını istiyorum” der ve son dansını
yaparak sahneden çekilir.
Spiros’un
ölümünden sonra Eleni ve Aleksi köye yeniden dönerler. Bu kez bir salın
üzerinde Spiros’un ölüsüyle varırlar köye. Arkalarında ise siyah bayraklarla
temsil edilen yas tutan insanların takip ettiği kayıklar vardır. Oysa
Angelopoulos’un daha önceki filmlerinde, özellikle Avcılar filminde nehir
üstünde ilerleyen kayıklarda insanlar kızıl bayraklar taşıyorlar ve güzel
şarkılar söylüyorlardı. Bu anıştırma bir karşılaştırmayı da beraberinde
getirebilir. Angelopoulos filmlerinde kızıl bayraklar yerlerini siyah
bayraklara bırakmıştır; mücadeleci insanların da yerlerini yas tutan insanlara
bıraktıkları gibi.
Eleni ve
Aleksi’nin, Spiros’un ölümünden sonra köye dönüşü, eski eve gelişleri köy halkı
tarafından pek hoş karşılanmaz. Evin yanındaki ağaca asılı koyunlar, evin
taşlanması onları köyü terk etmeye zorlamanın yollarıdır. Ama fazla uzun
sürmeyecek köy sular altında kaldığında herkes tarafından terk edilecektir. Köy
de tragedyaları anıştırır, lanetlenmiş gibidir. Böylelikle, yeniden bir göç
yaşanır. Selanik’e Çarşaflı mahalleye gelinir bir kez daha. “Yunanistan’ın
evlatları sertçe ileri!” diyen trenler dolusu askerler geçmektedir mahalleden.
Savaşın habercisi olur bu askerler. Ardından Niko’nun ölümü gelir. Niko’nun
ölümü sahnesi yine kendi içinde kurgulanmış uzun bir plan-sekanstan oluşur ve
filmin şiirselliğinin öne çıktığı en belirgin sahnelerden biri olur. Çarşaflı
mahallenin beyaz çarşafları arasından bir bir çıkan müzisyenler Aleksi’nin
bestesini çalarlar. Eleni ve Aleksi kıyıda kemancının yanına dizilen
müzisyenlere doğru ilerlerken bir el silah sesi duyulur. Niko vurulmuştur.
Beyaz çarşaflara, yaralı bir biçimde mahalleye doğru ilerlemeye çalışan
Niko’nun kanı bulaşır. Eleni ve Aleksi’yle buluştuğunda Niko’nun veda sahnesi
yaşanır. Devamında Markos’la, hep düşlediği Amerika’ya gidecek olan Aleksi’nin
Eleni’yle ve çocuklarıyla veda sahnesi vardır. Göç hareketlerinin Yunanistan
tarihinde sürekli olduğunu, belirleyici olduğunu yukarıda filmin gelişimine
uygun tarihler için notlar düşerek yazmıştık. Amerika’ya göç 19. yüzyılın
sonlarında yaşanan ekonomik krizle başlayarak ülke nüfusunun 1/6 oranına ulaşan
350.000 insan sayısına ulaşmıştı. “Bence göçün dışsal bir olay olduğu kadar
içsel bir tarafı da var. Bir ülkenin sosyal, ekonomik ve politik yapısından
dolayı göçler meydana gelirdi. Fakat şimdi içsel nedenlere dayanıyor. Gitmek
bir ihtiyaç halini aldı. Tıpkı sürgün gibi içsel ve dışsal… Ben ikisinden de
bahsediyorum. Yunanistan’dan Amerika’ya 20. yüzyılın başından 2. Dünya
Savaşı’na kadar büyük bir göç dalgası yaşandı. Amerika yoksullar için bir
rüyaydı. Vaat edilmiş ülkeye dönüştü ve sonra gönüllü bir göç başladı. Başka
koşullardan değil, göç ve gitmek bir nosyondu. Bir yandan gitmek ve sonra geri
dönmek isteği var.”
Ülke tarihini
belirleyen Eleni’nin de yazgısına da dönüşen- Angelopoulos bu filminde ne yazık
ki bir yazgıya dönüştürür Eleni’nin yaşadıklarını- göçlerle, filmi ele
alabiliriz. Eleni’nin yaşamını doğrudan etkileyen, aşkına kavuşamamasına,
çocuklarından ayrı düşmesine, yeri yurdu olmamasına neden olan-elbette Spiros
değildir- tarihsel olaylar ve bu olayların yarattığı göçlerdir. Dolayısıyla
filmi şu şekilde de kurabiliriz: Eleni’nin Odessa’dan gelen mültecilerle
birlikte Yunanistan’a, köye ilk gelişi. Eleni ve Aleksi’nin kaçışı, köyü terk
ediş. Müzisyen Niko ve arkadaşlarıyla birlikte başka mültecilerin
yerleştiği/yerleştirildiği Selanik şehrine varış. Spiros’un ölümüyle köye geri
dönüş. Köy sular altında kalınca tüm köy halkıyla birlikte köyü terk ediş.
Metaksas Dikatörlüğü sırasında Selanik’e varış. Aleksi’nin ABD’ye gidişi ve
İkinci Dünya Savaşında asker olması, Eleni’nin cezaevine girerek çocuklarından ayrı
düşmesi ile yaşanan dağılma. Cezaevinden çıkan Eleni’ye Aleksi’nin öldüğü
haberinin ulaştırılması. Çocuklarını aramaya koyulan Eleni’nin İkinci Dünya
Savaşı sonrasında yaşanan iç savaşta ordu ve partizanların çatışmasında iki
ayrı cephede yer alan Yianni ve Yorgi’nin ölümüne yetişmesi. Ve filmin finali
yeniden eve varış. Sular altında kalan, terkedilmiş aslında olmayan bir eve.
“Fakat alegorik ve metaforik anlamlarda ülke nedir, ev nedir? Sonra
bakıyorsunuz yıllar sonra bir ev, bir ülke oluşmuş. Bu yüzden de Üçleme’nin
üçüncü filminin adı İmkansız Dönüş. Leyleğin Geciken Adımı’nda Marcello
Mastroianni’nin canlandırdığı karakterin sözlerini sık sık tekrar ediyorum:
‘Sınırları geçtik. Ama hala oradayız. Evimize ulaşmak için daha kaç sınır
geçmemiz gerekecek’ Ev de zaten içsel bir olgu.” Yukarıdaki akışta görüleceği
üzere Angelopoulos’un geçmiş zamanı hep bugüne taşıdığı dolayısıyla zaman
içinde sıçramaların yaşandığı filmleriyle karşılaştırıldığında yönetmen bu
filmde doğrusal bir anlatımı tutturmuştur. Kendisi de bunu teyit eder: “Genel
olarak doğru; bu film “benim tarzımda” yapılmadı. Böyle dendiğinde de buna
katılıyorum. Müziğe benzer bir film çekmişim gibi. Bu film bir suyun filmi;
akan bir su gibi. Bana öyle geldi.”
Ağaçtan ağaca,
taştan taşa dünyadan geçtiler.
Dikenden
yastıklarda uykudan geçtiler.
Kavrulmuş
elleriyle hayat ırmağını getirmekteydiler.
İç savaş sırasında
yaşananlar yeni göçler ve sürgünler yarattı. Yine hatırlayalım; Kitera’ya
Yolculuk filminde iç savaş nedeniyle sürgüne giden Spiros’tu kahraman ve hiçbir
zaman yeri yurdu olamayacak Yunanistan’a geri dönüyordu. Burada son bir
parantez açalım. 1947-49 yılları arasında, hükümet güçlerince insanlar
köylerinden koparılıp iç göçe zorlandı. 1949'da biten iç savaş sonrası
Demokratik Ordu için savaşanlar ve pek çok muhalif sosyalist ülkelere sığındı.
Xenitia, dış ülkelerde kalmak, Yunan halkının tarihsel deneyiminin temel bir
parçası haline gelmiştir. Bu tarihsel gerçekliğin köklerini mitolojiye, antik
dönemlere dahi uzatmamız mümkün olur. Büyük İskender, Onbinler, Odysseus…
Yolculuklar, ev arayışları, eve dönüşler, Yunan halkının binlerce yıllık
yazgısı ve destanı olmuştur.
Theo
Angelopoulos’un son filmi Ağlayan Çayır, yönetmenin uzun zamandır teorik
düzeyde tartışageldiği bir yaklaşımın perdeye yansıması aslında. Angelopoulos,
20. yüzyıl Yunanistan tarihini sinemasının başlangıç yıllarında Megaleksandros,
36 Günleri ve Kumpanya’da anlatmıştı. İlk üçleme, buna Avcılar’ı da
ekleyebiliriz, diasporadan anavatana göçler, 2. Dünya Savaşı, ardından gelen iç
savaş, kaybedilen iç savaşın sonucunda gelen askeri diktatörlüklerin yarattığı
çalkantılar ve politik mücadeleler üzerinden modern Yunanistan tarihini yeniden
kuruyordu. Avcılar dahil olmak üzere bu filmlerde, özellikle Kumpanya’da doruk
noktasına ulaşan, tarihin yeniden kurgulanarak sunulması, oyuncuların bu
kurguyu seyircilere aktarması, Angelopoulos’un sinema dili gibi unsurlar
Brecht’in sanat anlayışının sinemaya yansımasıydı. Angelopoulos, yüzyıllardır
egemen olan klasik dram anlayışının karşısında katharsisi reddeden; seyirciyi
yabancılaştırarak onun bir sanat eseri izlediği bilincini yitirtmeyen ve
izlediği üzerine düşünmesini amaçlayan Brechtçi yaklaşımın sinemadaki en büyük
örneklerini vermişti.
Ağlayan Çayır’la
başlayan Üçleme (filmlerin ortak adı olduğu için büyük harfle Üçleme) yukarıda
sözünü ettiğimiz filmlerde ele alınan tarihi –belli farklılıklarla- konu
ediniyor. Birincisi, bu kez 1930’lardan 1970’li yıllara kadar olan tarih değil
tüm 20. yüzyıl ele alınacak. İkincisi ve daha önemlisi, Angelopoulos bu kez
klasik tragedyadan yola çıkıyor; uzun zamandır dile getirdiği “Şimdiye kadar
hep Brechtçi filmler yaptım, bundan sonra Aristotolesçi filmler yapmayı
deneyeceğim” sözleri Ağlayan Çayır’la pratiğe dönüşüyor.
Üçleme, 20.
yüzyılı diasporadan anavatana, Yunanistan’dan ABD’ye, Avustralya’ya, Kanada’ya
sürekli göçlerle geçiren Yunanlıların dramını bir kadının hikayesi üzerinden
anlatıyor. İlk filmi 1919’da, Ekim Devrimi’nden sonra Odessa’dan Yunanistan’a
göçen Eleni’nin iç savaş sonuna kadar geçen öyküsü oluşturuyor. Ağlayan
Çayır’daki tarihsel yaklaşım ilk üçlemedekinden farklı olarak kurgusal değil,
geriye ve ileriye dönüşler, atlamalar yok; tersine kronolojik bir sıra takip
ediyor. Politik olan hikayenin temeli değil, arka planda hikayeyi tamamlayıcı
bir unsur olarak yer alıyor ancak. Filmin kahramanları da politik mücadelenin
oldukça uzağında duruyorlar.
Angelopoulos için
yeni olan bu tarzın, belli sorunları da beraberinde getirdiğini belirtmek
gerekir. Öncelikle, hikaye kronolojik bir sırayla aktarılmasına, hatta
oyuncuların filmin kimi bölümlerinde Yunan tarihinin o dönemini anlatmalarına
rağmen, -toplumsal dönüşümlerin çok geri planda kalmasından olsa gerek-
hikayenin geçtiği tarih seyirci için bir muamma olarak kalıyor; oysa geri ve
ileri dönüşlerin hakim olduğu Kumpanya, tarih aktarımında çok daha başarılı bir
filmdir. Angelopoulos’un Aristotelesçi tragedyaya uzaklığı başka bir sorun
olarak -özellikle filmin ilk yarısında- karşımıza çıkıyor. Seyirci filmin
kahramanlarının hikayesine, özellikle Angelopoulos’un sinemasına yerleşmiş
geniş açılı çekimlerin ağırlığından dolayı, yeterince katılamıyor. Bu durum
filmin ikinci yarısında ve -klasik tragedyanın biçimine uygun olarak- filmin
sonunda tersine dönüyor.
Üçleme’nin kalan
filmleri Angelopoulos’un daha farklı denemelere açılmasına olanak sağlayacak
gibi görünüyor. Örneğin, belki Angelopoulos -kendi sinema tarihinde ilk kez-
Balkan coğrafyasının dışında, belki ABD’de, belki Avustralya’da bir film
çekecek. Bütün bunlar Angelopoulos’un kendisi için bir yenilik olsa da
filmlerinin takipçileri olarak bizler onun asıl devrimi gerçekleştirmiş
olduğunu biliyoruz, bu “yenilikler”i biraz da içimiz burkularak takip ediyoruz.
Not: Yazı içinde
geçen dizeler Yiannis Ritsos’un “Yunanlıların Öyküsü” şiirinden alınmıştır.
Çeviren: Cevat Çapan, Kavram Yayınları, 1995.
(Yeni Film
dergisinin Ocak-Mart 2005 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.)