Thursday, September 1, 2016

Amedeo Modigliani

 

“Ruhunu görebildiğimde, gözlerini de çizeceğim..”

Modigliani’nin hayatını konu alan bu biyografik film ,  ressamlığı, sanat hayatı, aşkı, bohem yaşamı, dramatik ölümü üzerine  bir şölen gibi..  o dönemin entelektüel kesiminin bir çoğunun sanat ve modernlik adına seçtikleri hayat tarzıdır bohemya. Bohemlere göre hayatın kendisidir sanat.. maddi beklentisi olmadan, sanatı ibadete dönüştürmektir.. kimine göre kadere karşı geliş, kimine göre, kural tanımaz tavırlarla kendilerini aşağılayan topluma bir hiç olduğunu gösterme şekli.. Modigliani’ye göre ise yaratıcılığa giden tek yol, hayata meydan okumaktır. Modigliani bu ilk bohemlerden  olmanın hakkını fazlasıyla veriyor..

”Kısacası Hayatım Umurumda Bile Değil.” repliğini doğrulayan onun yaşamı; tam bir ölümüne yaşamak ve nedense  Modigliani’ye çok yakıştırıyorum.. ben hep derim ki bazı insanlar kelebektir. o kadar yaşamalıdır..

Andy Garcia Modi’nin ruhunu çalmış sanki.. Filmi izledikçe onunla bütünleşiyorsunuz.. elinizi uzatıp, acılarına yaralarına, kalbine bastırmak istiyorsunuz.., hele final de olanlar, inanılmazdı.. ağlayamadım bile.. dondum kaldım.. bir hayat ancak bu kadar hakkı verilerek kanatılabilir, yaşanabilirdi.. iliklerime kadar işledi Amedeo Modigliani… filmde güzel gözleri olan Jeanne’nin portresini yapacaktır.. ve büyük bir aşk doğar. Jeanne onu her şey pahasına sever.. Yahudi olmasından ve yaşam tarzından dolayı ailesinin tüm baskılarına karşı gelir..

Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan, rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.

İnanılmaz doğal bir yaşam.. şevk ile yapılan resimler. geride bıraktığı eşsiz eserler, hayata karşı duruşu hiç bir şeye minnet etmemesi, ölümüne yaşaması, Filmin ana teması sanat olsa da daha çok hayatıyla ilgili çok duygulu anlar yaşadım..

Amedeo Modigliani ;  üretmiş olduğu eserler ve sahip olduğu düşünce tarzı ile  gizli kahramanlardandır.. en büyük özelliği popüler olmaya özenmemesi ve sosyeteyi ise her fırsatta yerden yere vurmasıdır. Para için istemediği sanatına tavrına ters gelen hiçbir şey yapmaz.. Çağdaşlarına göre hayatını sefalet içerisinde geçirmiş olmasına rağmen herkes tarafından büyük saygı  duyulmuştur. Çok kişiye esin kaynağı olmuştur.. özellikle ülkemizde  ikinci yenicileri ve ikinci yenicilerden de en çok cemal süreya’yı etkilediği de söylenir.. yalnız, iyi bir heykeltıraş olmasına rağmen, filmde buna değinilmemiş..

Babası küçük çaplı bir iş adamı olan ve annesi Fransız soyundan gelen Yahudi bir ailenin dört çocuğunun en küçüğü. Henüz küçük yaşlarda sanata olan tutkusu biçimlenmeye başlamıştır. Ancak, yine bu kadar erken bir dönemde, onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacak olan zatülcenp hastalığıyla da tanışmıştır.
  
Modi hasta olmasına rağmen İçki ve sigarayı asla bırakmaz.. Parayla ölçülemeyen bir hayat bir sanat onunki.. biraz deli.. hayatı umursamayan.. Aynı zamanda rakiplerinin saygısını kazanmış biri. Ona herkes gizlice hayran.. başta Picasso.. filmin bir yerinde Modi yine çılgınca dalar sanat çevresinde insanların olduğu ortama.. birisi Picasso’ya bu kim der.. Picasso ona şu cevabı verir “ O bir Tanrı “Modigliani, bir yaşam tarzı..

Picasso ile aralarında ne kadar rekabet olsa da tatlı derin bir dostluk görmek mümkün. Hep atışmaktadırlar.. Onun ani gidişi sonucunda, Picasso’nun geride kalan hayatını bir daha eskisi gibi olmayacaktır..


Jeanne Modigliani öldükten sonra Picasso’nun yanına gidip sırf  resminin üzerine resim yapmasından dolayı (ki bu gerçekten büyük bir hakarettir) Picasso’ya şöyle der :

”Ne hissediyorum biliyor musun pablo sana söyleyeyim mi? hiçbir şey hissetmiyorum karnımda bir çocuk var… bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh… ve ben bomboşum bir bardak gibi… eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında MODİGLİANİ ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın BU ONA AİT.  Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü MODİGLİANİ Olmuştur.  
O’na Sevgiyle..


TAFLAN

Saturday, May 14, 2016

1984 Senesinde Yapılan Bir Andrey Tarkovski Röportajı


ANDREY TARKOVSKI
Soru: Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.

Cevap: Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.

Soru: Sizi sinirlendiren şey ne?

Cevap: Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.

Soru: Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?

Cevap: Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.

Soru: Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?

Cevap: Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.

Soru: Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.

Cevap: Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.

Soru: Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.

Cevap: İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.

Soru: Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.

Cevap: Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.

Cevap: Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.

Soru: Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.

Cevap: Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.

Soru: Peki tek başına bir adam, bu normal midir?

Cevap: Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?

Soru: Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.

Cevap: Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?

Soru: Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.

Cevap: Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?

Cevap: Böyle bir kadınla ilişki kuramam ki.

Soru: Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?

Cevap: Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.

Soru: Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?

Cevap: Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.

Soru: Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.

Cevap: Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.

Soru: Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?

Cevap: Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.

Soru: Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.

Cevap: İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.

Soru: Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.

Cevap: Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.

Soru: Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?

Cevap: Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.

Soru: Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.

Cevap: Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?

Cevap: Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Soru: Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?

Cevap: Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.

Soru: Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.

Cevap: Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.

Soru: Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?

Cevap: Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.

Soru: Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.

Cevap: Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.

Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.

Soru: Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
ANDREY TARKOVSKI
Cevap: Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.

Soru: İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.

Cevap: Afedersiniz, sizin adınız ne?

Soru: İrena.

Cevap: Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.

Soru: Hayır, beni yanlış anladınız.

Cevap: Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.

Soru: Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.

Cevap: Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
Soru: Temel insanlık durumu ve sizinbuna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.

Cevap: Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.

Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.

Soru: Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?

Cevap: Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?

Soru: Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.

Cevap: Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ızdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.

Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.

Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.

Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.

Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
ANDREY TARKOVSKI
Soru: Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?

Cevap: Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Soru: Kim hükmediyor peki?

Cevap: O.

Soru: Nerede O?

Cevap: (Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.

Soru:Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.

Cevap: Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz.

Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.

Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.

Soru: Bu Platon’la başlamıştı.

Cevap: Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.

Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz?

Soru: Bana karşı önyargılısınız.

Cevap: Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir


Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140

Friday, April 8, 2016

Sahi bu kuşlar neden yitti?


Karin Karakaşlı 08.04.2016
‘Yitik Kuşlar’ın baş kahramanları Bedo ve Maryam adında iki kardeş. Gel gör ki, film, çocuk gözünü, anlatının ifade gücünü arttırmak için değil, anlatılması tercih edilmeyenlerin paravanı gibi kullanmayı tercih etmiş.
Yaklaşık bir yıldan bu yana tanıtım haberleri dönen, hakkında  söyleşiler düzenlenen ‘Yitik Kuşlar’, gösterime girdi. Yönetmenliğini  ve senaristliğini Ela Alyamaç ve Aren Perdeci’nin üstlendiği filmin 1915’te Anadolu’da bir Ermeni köyünde geçen hikâyesi, Bedo ve Maryam adındaki iki kardeşin gözünden aktarılıyor. 
Çocuk gözü dediğin
Tarihi anlatıların ağırlığı ve siyasi dava filmine dönüşme kaygısı nedeniyle, dünya sineması dahil pek çok filmde çocuk kahramanlar üzerinden ilerleyen bir kurgunun tercih edildiği bilinir. Burada maksat çocuğun o sorgulayan, şaşıran, naif bakışından güç alarak meseleyi propaganda malzemesi olmaktan çıkarmak ve insan kalbine ulaşmaktır. ‘Yitik Kuşlar’ın baş kahramanları da Bedo ve Maryam adında iki kardeş. Gel gör ki, film, çocuk gözünü, anlatının ifade gücünü arttırmak için değil, anlatılması tercih edilmeyenlerin paravanı gibi kullanmayı tercih etmiş. Zira Bedo ve Maryam, Baçig (Ermenice Öpücük) adını verdikleri kuşlarıyla birlikte bir mağara kovuğunda prenses-şövalye oyunu oynarken, köylerinin tamamı yerle bir oluyor. O zamana kadar ne olup bittiğine dair elimizdeki tek veri, kilisede toplanan cemaat içerisinde dönen tartışma.  Pederin, köydeki herkesin ikametgâhının istendiği yönündeki duyurusu huzursuzluğa neden oluyor. İçlerinden biri Ermeni eşkıyalar yüzünden başlarının belaya gireceğinden yakınırken, bir diğeri ‘O fedailer olmasa, tarlamı yakılmaktan kim kurtaracaktı’ diyerek Ermenilerin 1915’e giden süreçte nasıl kapana kıstırılmış olduğuna dair yegâne cümleyi sarf ediyor. Ancak, bu cümle dışında bütün köy halkının yaşantısı pastoral bir kartpostal neşesi içinde ve abartılı dini sahneler eşliğinde betimlendiği için, söz konusu ifade, bir şeyin ve tam aksinin arka arkaya yazıldığı köşe yazıları gibi kalıyor. Hesapçı bir temkin, gergin bir sigorta anahtarı gibi.
Neyi tahayyül etmek
Bu kırım ayları boyunca neler olduğuna dair hiçbir şey sunulmuyor izleyiciye.  Burada kastım saldırı ve tecavüz sahnelerinin gösterimi değil, tam da işte o çocuk gözüyle vahşetin, zulmün ve haksızlığın iliklerimize kadar hissettirilmesi. ‘Yitik Kuşlar’ kalabalık sahneleri birer arka fon olarak kurguladığı için aklımızda dönem giysilerine gösterilen özen dışında bir şey kalmıyor. Kalabalıkların birbiriyle teması yok. İzleyici ‘Gerisini sen hayal et’ boşluğuna itilmiş ama neyin gerisinin hayal edilmesi gerektiği, keza yaşananların nasıl da tahayyüller ötesi olduğu zerre kadar yansıtılmamış. Kardeşlerden Bedo, iki jandarma tarafından Ermeni kaçağı olarak bulunup teslim edildiği Hüseyin Ağa’nın çiftliğinde Ali ismini almış. Sünnet edilmiş. Bunları nice maceradan sonra yeniden kızkardeşine kavuştuğu gün iki cümleyle sıradan bir şeymişçesine aktarıp geçiyor. Çocuğun üzerinde bunun etkisini hissedebileceğimiz hiçbir temel yok.
Aynı durum Ermenileri Ermenilerden çok seven kurtarıcı Mahmut Dayday karakteri için de geçerli. Ermeni oğlan yetimlerin kabul edildiği bir yetimhaneye Maryam’ı teslim eden Mahmut’un, geceleri çocuklara anlattığı masaldan hareketle kendisi de yetimken ona sahip çıkan Hermine Yaya’ya duyduğu vefa borcuyla bu çocuklara sahip çıktığını anlıyoruz. Bu da fazla bireysel bir hikâye olarak kalıyor. Zira bu istisnai örnekle kıyas kabul etmeyecek oranda sahipsiz, sefil halde kalan Ermeni yetim var tarihte. Ve onların hikâyesi de hiç hissettirilmemiş. Yetimhanedeki çocukların kendi aralarında anne babalarının hikâyelerini nasıl olup da anlatmadıkları ve neden sahici bir diyalog yerine oyun ve mısır ayıklama sahneleriyle baş başa bırakıldığımız da bir muamma.
Kuş metaforunun filmin en başından beri savurganca kullanımı, Anadolu’nun bağrında çocuklar dâhil bütün Ermeni karakterlerin İstanbul Ermenisi aksanıyla Türkçe konuşması inandırıcılığı zedeleyen diğer unsurlar. Filmin bu noktada tek eksiği ayaklar altında ezilen bir nar klişesi!
Pastoral kartpostal etkisi
Filmin en güçlü yanıysa belleğe nakşedilen resimler. Geniş açı çekimler çocukların kendilerine kurdukları özgün ve masalsı dünyayı pekiştiriyor. Bu noktada filmin, Macar sinemasının kimi görsel şölenlerine öykündüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak o filmlerdeki bellek, travma ödeşmeleri, karakterlerin saliseler içinde bize aktardığı yoğunluk bu filmin hiçbir karakteri için söz konusu olmadığından, bahsi geçen görüntüler de başarılı bir reklam filmi çarpıcılığıyla havada asılı kalıyor.
‘Yitik Kuşlar’ı izledikten sonra HT Magazin’den Arif Hür’ün yönetmenlerle yaptığı söyleşiye bir göz attım. Aren Perdeci “Filmi çekerken politik bir derdimiz olmadığı için organik, gerçek duyguları olan bir film oldu” dedikten sonra filmin konu ve destekçisini şöyle vurgulamış: “Ermeni tehciri, Kurtuluş Savaşı veya 2. Dünya Savaşı gibi bilinen bir tarih değil. Ne yazık ki üzeri örtülmüş bir tarih. Ermeni tehcirini anlatmak bütün bunlardan daha zor. Biz, Kültür Bakanlığı’nın da katkılarıyla zoru başardık.”  Bu katkıların boyutunu düşünürken film, resmi söylemin incelikle hesaplanmış yeni cümleleri, keza Erdoğan’ın failden ve yaptıklarından hiç bahsetmeden, Ermeni torunlara başsağlığı dilediği ‘taziye mektubu’ gibi tınlıyor kulağımda. 
O söyleşide dikkatimi çeken ‘Yitik Kuşlar’ı çekmeye karar verdikten sonra size ‘Türkiye’yi kötü gösterelim’ diyen yerli-yabancı yapımcılar oldu mu?’ şeklinde bir de soru var. Böylesi bir kehanet sorusuna yadırgamadan şu cevabı vermiş Elâ Alyamaç: “Cannes’da pek çok Fransız yapımcı ve dağıtımcı bize ‘Bu senaryonun içerisine dipçikle vurarak askerlerin halka tecavüz ettiği sahneleri koyalım’ diyerek ciddi paralar teklif etti. Hal böyle olunca elbette direkt masadan kalktık.”  Ardından sözü Aren Perdeci almış: “Türkiye’yi kötü göster, bu filmi Cannes’a, Venedik’e hatta Oscar’a bile götürürüz, dediler. O an sinirden kıpkırmızı oldum. Ben Tunceli’de askerlik yapmış adamım, bana bunu kimse diyemez!” Analojinin mantığını okura bırakıyorum.


En güzel gelecek…
Filmin vizyona girdiği bugünlerde rastlantı bu ya, Sur’da evleri başlarına yıkılan halka dalga geçer gibi bir diğer cabbar bakanlığın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın tanıtım filmi gösteriliyordu. Yerle bir olan kentin hayrat, çardak, eyvan eşliğinde ‘otantik haliyle yeniden ihya ve inşa edileceği’ muştulanırken;  sokaktan cenazesini alamayan, kömüre dönmüş naaşlarla kavrulan halka “Neşe saracak tüm avluları, odaları. Yine eskisi gibi şenlenecek Suriçimiz” deniyor.  En ilginci de filmin sonundaki slogan: “En güzel gelecek geçmişten gelendir.”
Maalesef geçmiş, güzel gelecek dışında her şeye ilham verebilecek felaketlerle dolu. Dolayısıyla en güzel gelecek, geçmişin üstesinden gelendir. O da hakikatten gözünü kaçırmayan bir sanat ve hayat gerektirir. Yitik kuşların neden ve nasıl yittiğini anlatabilmeyi. Anlatılanı da sırtlayabilmeyi. Zira bu yapılmadığı sürece Talat Paşa’nın “Abdülhamit’in 30 yılda yapamadığını ben üç ayda yaptım” cümlesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Eğer devlet olarak terör örgütüyle mücadeleyi ahlak, vicdan ve hukuk ölçüleri içinde yürütmezsek, bu mesele bizim için üç günlük iştir”ine bağlanır. Bunun vebali de aradan üç yüzyıl bile geçse herkesin boynunadır. 


Wednesday, February 17, 2016

15 Essential Films For An Introduction To Hungarian Cinema


Werckmeister Harmonies (2000)
 

23 AUGUST 2015 FEATURESFILM LISTS BY JÁNOS SZEDRESIIt is well known that some outstanding Hungarian figures had made a great impact on the development of technology in the 19th and 20th centuries, ultimately on the formation of our contemporary world: life would be very hard to bear or to experience without the usage of digital computer, plasma television, antibacterial disinfection or simply the ball-point pen, just to name a few.
But what about the art? Let’s say that if scientific achievements radiate outside the borders of Hungary just to serve the need of the world, contrariwise, except for a few works, those of artistic kinds are to be recognised within its own home – at least history has proved a tendency like that.
Hungarian movies can not be attached to any grand cinematic movements or waves: just like a lonely wanderer, it has its own ways, which are determined primarily by the weather, which means politics in this context.
The change of political systems, oppressors and ideals through the Hungarian history, especially the 20th century, has made a particular mark on the collective soul and behavior of Hungarian people: this resulted in a special mood, a bittersweet harmony that can be traced in many works of Hungarian literature, music, and of course, movies.
This list tries to collect 15 outstanding Hungarian movies, which could serve as the greatest ones too. It’s not an easy task to classify objectively the best films of a whole nation, but the main intention of this article hopefully will be fulfilled: to introduce some very fine pieces of movies to the audience outside Hungary.

15. Time Stands Still (Peter Gothar, 1982)
Time Stands Still
Dini is an average high school student, standing at the treshold of adulthood in post revolutionary Hungary. His father fled to the US after the uprising, so he is living his life with his mother and brother whose application to the university is constantly rejected.
A time for sex, for rock ’n’ roll, and to face the faults of the former generation. But how can this new generation of uptight, unappreciated youngsters make a difference if they get constantly disappointed in their own exemplars? That’s what happens to Dini himself, so at the end there remains nothing, but to carry the same faults, the same mistaken patterns again and again, hoping that the pillars that had been shaken in the revolution will collapse some day.
A Hungarian beat movie, a brave depiction of the era when the soil was about to undulate under the Eastern Bloc, but at first a coming of age story it is, an age that might never come, for time stands still, indeed.

14. Taxidermia (Gyorgy Palfi, 2006)
Taxidermia
The ’90s and ’00s saw a natural implication of political/historical events within the arts: the change of system of 1989 was to be reflected.
Adapted from the short stories by Lajos Parti Nagy, this movie – one that has a resemblance to Pasolini’s works – tells the story of a family through three generations, depicting three male figures each with their repugnant, perverse manias that pulsate like kind of strange hearts, making the central theme to their life.
The first one is a sexually unsatisfied lecher, the second is a gobble champion, and the third one, the grandchild works as a taxidermist, but his passion allows him to rethink where lies the boundaries of his profession. The title refers to him, the only who finds something sort of redemption, the only who can transcend his demons into higher levels.
Palfi made a unique cinematic experience unlike anything that Hungarians got used to before. His collaboration with cinematographer Gergely Poharnok resulted in a work, so witty and spectacular that constructs disgusting and beautiful as something inseparable, like the two sides of the same coin.

13. The Corporal and The Others (Marton Keleti, 1965)
The Corporal and The Others
Set towards the end of WWII, according to the story – carefully crafted and studded with comic, later to become proverbial phrases by Istvan Dobozi, – the protagonist, Ferenc Molnar is about to end the war ignoring that otherwise the war is not getting to its end: he gets away with the military pay of his battalion which he hides in a bunch of hand grenades.
Trying to get through the war in a mansion with some other deserters and the apprentice of the mansion, they face a series of comedic events while trying to conserve their incognito.
Starring a Hungarian dreamcast (including Imre Sinkovits, Ivan Darvas and Laszlo Markus), the movie became a cult classic in its homeland.
Often referred as the Hungarian Kelly’s Heroes, The Corporal and The Others is a hilarious comedy about the true nature of war, in which there is no place for heroism, ideals or sacrifice: the only thing that matters in every kind of war is to survive, and just to survive.

12. Merry-Go-Round (Zoltan Fabri, 1956)
Merry-Go-Round
Released in the year of the Hungarian Revolution against the Soviet oppression, Merry-Go-Round is a story about two young lovers from the countryside, who oppose the old views, the will of the father, and try to validate their feelings.
A very simple story with exquisite acting by Mari Torocsik and Imre Soos, which makes the feelings of the two characters so bare and penetrating that even the audience could feel perplexed just by seeing their faces, and their gestures. Director Zoltan Fabri operated with such genuine ideas, perfect pacing and rhythm, that the movie became a masterful work in its simplicity, sadly it did not fulfill the Palm d’Or nomination back in its time.
Pure love and sincerity are depicted with Fabri’s unique visual style, resulting in such sequences like the dancing scene which is a truly fine cinematic moment.

11. The Red and the White (Miklos Jancso, 1967)
The Red and the White
The scenery: Soviet-Russian lands struck by the Civil War. The time is around 1919.
The movie follows a few Hungarians working to the Red Army, but there is no real protagonist: people die and others are to be focused on, so as to die themselves too. It seems like only one thing is secure: death, which does not select between the Czarists and the Communists. People are killing other people, and the whole action seems like a mindless game, it does not make any sense. The name of the game is: war.
This turbulence is beautifully offset by Jancso’s fluently flowing long takes – which is one of his attributes – making the gaze of the camera something like an eye for a ghost, which swings carefully around the events, not intervening just observing them.
The name of Jancso is one the very few Hungarian directors who got worldwide recognition. As Martin Scorsese says in an interview: ’I’ve never really been exposed to such a sensibility before…’

10. Love (Karoly Makk, 1971)
Szerelem
An elderly ailing woman is waiting for his filmmaker son to return from America: so as to see him before she dies. Her expectation is fed by her daughter-in-law who would not tell the truth: the long awaited son and husband won’t come for a while, because he is in prison.
The story is based on Tibor Dery’s two short stories, who himself was sentenced to prison for his political resolution during the Revolution of 1956.
Love is often considered as one of the most beautiful Hungarian movies. It is filled with real drama not only due to the script, but to the actors (Lili Darvas, Mari Torocsik, Ivan Darvas) who resonate so sensitively the emotions of their characters.
Director Makk with the assistance of cinematographer Janos Toth uses an imagery constructed by fragments to get the audience into the mind of the dying lady: it is another kind of reality, one that is merged from lies and memories. A styling that was based on one of the trends of ’70s, the subjective cinema, which was known for its aesthetic elements, contrary to the other stream, the more objective one, which included movies that had documentaristic constituents.

9. Satantango (Bela Tarr, 1994)
Sátántangó (1994)
After the political and economical system change at the end of the ’80s, some kinds of wave were on their way to evolve into a major tide, but sadly none of them became significant. One of them was the so called black series, established by Tarr himself: these movies aimed a sort of deconstruction of the former film traditions and also to draw up universal contents.
Based on the novel by Tarr’s longtime collaborator, Laszlo Krasznahorkai – winner of the 2015 Man Booker International Prize – this movie presents an apocalyptic vision planted into the minds of a small farming community which is facing its ending. However, two men who were believed to be dead appear and subvert their lives with their promises. The audience experiences the events from different wievpoints throughout the legendary 450 minutes runtime, full of long takes, which is one of the director’s attributes.
There is a scene in Richard Linklater’s Waking Life in which two characters at the table have a discussion about the sacrality of the present moment. This sacrality is what makes so unique Tarr’s movies. He touches every scene of his works with the intention of capturing time and space in it’s most vivid presence: every noise, every gesture and all the actions in their imperfect perfection serve as the everconstructing material of the texture of the moment, ultimately the texture of the movie.


more: http://www.tasteofcinema.com/2015/15-essential-films-for-an-introduction-to-hungarian-cinema/#ixzz40UBiSp1X