‘İndir silahını
arkadaş, gel beraber oturalım. İndirirsen eğer
silahını arkadaş, barıştan söz ederiz senle, anlaşırız senin hayrına.’
Silahlarını
indirdiklerinde ise onları katlettik. Onlara yalan söyledik.
Onları
topraklarından koparmak için kandırdık. Hiçbir zaman sadık kalmadığımız ve
adına antlaşma dediğimiz o kağıtları zorla imzalasınlar diye onları açlığa
mahkûm ettik.
Ve onları,
yalnızca yaşamın anımsayabileceği kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada
dilencilere döndürdük. Ve tarihi nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ne kadar
çarpıtırsanız çarpıtın: biz doğru davranmadık.
Ne dürüst olduk
ne de adil davrandık.
Onlara ne
haklarını iade etmek zorundaydık ne de antlaşmalarımıza sadık kalmak.
Çünkü gücümüzün
üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gaspetme, yalnızca
yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu.
Onların
erdemleri suça dönüşürken bizim ahlaksızlıklarımız erdem oluyordu!
Fakat bu
sapkınlığın ulaşamayacağı bir şey var; o da tarihin büyük hükmü. Emin olun
tarih bizi yargılayacaktır.
Ama umurumuzda
mı?
Bu nasıl bir
ahlaki şizofrenidir ki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki
sesle ciğerlerimiz patlayana kadar taahhütlerimizi yerine getirdiğimizi
haykırırız da, tarihin tüm sayfaları ve Amerikan yerlilerinin son yüzyıl
boyunca geçirdiği tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam
tersini söyler. Görülen o ki bu bizim ülkede ‘komşunu sev’ ilkesi ve bu ilkeye
saygı artık işlemez hale gelmiş ve tüm yaptığımız, gücümüzle yapmayı
başarabildiğimiz ancak ve ancak, dost da olsa düşman da, yeni doğan ülkelerin
umutlarını yok edecek şekilde onlara bizim insancıl, uygar olmadığımızı ve
sözümüzü tutmadığımızı göstermek olmuştur.
Belki de şu anda
kendi kendinize, ‘hay aksi şimdi bunun akademi ödülleri ile ne ilgisi var
canım‘ diyorsunuz.
‘Bu kadın burada
ne arıyor, hem akşamımızı berbat etti hem de bizi ilgilendirmeyen konularla
yaşamlarımıza girdi, üstelik umurumuzda bile değil.‘
Sanırım bu
sorulmamış soruların cevabı, sinema dünyasının da en az diğerleri kadar
Kızılderilileri küçük düşürmekle, onları vahşi, düşmanca ve kötü göstererek
karakterleriyle alay etmekle sorumlu olmasında yatıyor.
Bu dünya çocukların
büyümesi için zaten yeteri kadar zor.
Kızılderili
çocuğu televizyon izlerken film de izler ve soyunu filmlerde anlatıldığı gibi
görünce o zihinlerin nasıl zedelendiğini bilmemiz mümkün değildir.
Geçenlerde bu
durumu düzeltecek bir kaç sendeleyen adım atıldı ancak, çok az ve çok aksak.
Öyle ki bu
mesleğin bir üyesi olarak, bir birleşik devletler yurttaşı olarak bu gece bu
ödülü kabul
etmek içimden gelmedi. Bu ülkede şu anda ödül almak ya da vermek, Amerikan
yerlilerinin durumları önemli oranda düzeltilmediği sürece uygun değildir.
Bu gece doğrudan
sizinle konuşuyor olabilirdim ancak ırmaklar aktıkça ve otlar büyüdükçe onursuz
kalmaya devam edecek bir barışın kurulmasını engelleyebilmek için elimden gelen
yardımı yapmakla daha yararlı olabileceğimi hissettim.
Ümit ederim ki
şu anda dinleyenler bunu kabalık olarak addetmez ve bu toprakların üzerinde tüm
insanların özgür ve bağımsız kalma hakkı olduğuna inandığımızı söylemeye
hakkımız olup olmadığı gibi önemli bir konuda dikkati çekmek için yapılmış
samimi bir çaba olarak görürler.
Dünya
sinemasının efsanevi oyuncusu Marlon Brando, The Godfather (Baba) filmindeki
unutulmaz rolü nedeniyle 1973 yılında aldığı en iyi erkek oyuncu ödülünü
Amerika’da Kızılderililere yapılan katliamlara dikkat çekmek amacıyla reddetti
ve Oscar Ödülleri törenine Kızılderili genç bir kadını yerine gönderdi.
Yukarıdaki mektubu da törende okuması için genç kadına verdi. Brando mektubuyla
gerçek bir aydının; sanatçı ve yazarın yok edilmek istenen bir millet söz
konusu olduğunda nasıl duyarlı davranması gerektiğini gösteriyor.