Çağlar
boyu zamanı yakalamak, anın sanatçısı olmak adına birçok form
geliştirilmiş, üsluplar denenmiş, yeni akımlar ortaya çıkmış. Hemen
hepsi sanatçının kendini ifade etmeye olan açlığından ve zamanı
yakalamak adına verdiği uğraştan doğuyor bana kalırsa. Örneğin Bach
kalplere, hislerini -o anı- işleyebilmiş notalarıyla ya da Puşkin
şiirleriyle kendi çağının aşk öykülerini mühürlemiş ve kulaklarımıza
fısıldamış yıllar öncesinden. Fuzulî kendi çölünde susamış Kays’lar için
inci gibi dokumuş zamanı sayfalara. Ve şiir, en sade yaşam biçimi olmuş
sanatın aşka ve inanca uzanan yolunda.
Çok söze ne hacet, Yunus misali, “Et-ü
kemik büründüm Yunus deyü göründüm”. İnsanlığın bütün yaşam öyküsünü
özetlemeye bu yeterdi. Şiirin sadeliği, yaşamı en salt kelimelerle
özetlemekte, yoksa sadelikten murat, kelimelerin yalınlığı değil. Çünkü
dolambaçlı anlatımlardan kaçmak, kurtulmak ve haykırmaktır şiir.
İnsanlık bu formlar üzerinden ruhunu
beslerken zamanı yakalamanın, mühürlemenin yeni ve gerçekçi bir yolunu
keşfetmişti Lümiereler, sinematograf. O gün, Grand Café’de olmayı,
sinema perdesinde, yaklaşmakta olan trenden ürkerek kaçan insanları
seyretmeyi çok isterdim. O gün bir milattı, zaman dondurulmuş ve
hapsedilmişti. Belki adına sanat denilemezdi o gün için ama sanatın en
salt biçimi, doğum sancıları çekmeye ilk o gün başlamıştı.
Fakat insanlar yıllarca sinemayı diğer
sanat dallarını kaydetmeye yarayan bir araç olarak gördüler. Sadece
edebiyatçılara senaryo yazma hakkı verildi ve sinema, edebiyat-tiyatro
ikilisinin alt dalı olarak işlendi. Sonra birileri edebiyatçıların
betimsel anlatımıyla, tiyatronun biçimsel yoğunluğunun yanında zayıf
kalan içsel boşluğuyla sinemayı bağdaştıramadıklarını yüksek sesle dile
getirerek yeni üsluplar, anlatım biçimleri arayışına girdiler. Bu
sancılı dönemin tam ortasında sinema tarihine kendi üslubu, kendi biçim
ve formu ile damgasını vuran bir isim yerleşti: Andrei Arseniyevic
Tarkovsky.
Tarkovsky,
tüm kurgu kurallarını ve görseli sabit ve mekanik hale dünüştüren
görüntü kuramlarını yıkarak yeni bir soluk getirmişti sinemaya. Kamera
ile şiir yazılabileceğini ispatlamıştı ve adı, hep sinemanın şairi
olarak anıldı.
Sinemanın felsefi alt yapısını, araç
olarak da, sanat olarak da mahiyetini çok iyi kavrayarak yeni bir form
oluşturma yollarını arayan Andrei Tarkovsky “Umuyorum ki gelecekte insanlar, sinemanın edebiyat ve tiyatrodan ayrı bir sanat dalı olduğunun farkına varacaklar”
derken aslında bu arayışının altını çizmiş oluyordu. Kendini ifade
edecek bir kurgu kuramını aradı hayatı boyunca ve şiiri anlam dünyasına
daha yakın hissederek bu yolda eserler vermeye çalıştı. Bir sanatçının
vecd halini tetikleyen en önemli unsuru fark etmişti çünkü. Tefekkür.
İnsanı tefekkür edebilen ve onu anlayan sanatçılara hayranlığı da bu
sebeptendi. Hermann Hesse ve Dostoyevski’ye hayranlığı da yine aynı
sebeptendi.
Hayatı bir arayış içinde geçti
Tarkovsky’nin. Film yaparken arayan ve film yaparken düşünen iki
yönetmenden biriydi. “Yönetmen nedir?” diye sorusunu, yine kendi gibi,
film yaparken düşünen bir yönetmenle cevapladı Bresson. Bu yanıt,
gelişim ve düşünce sürecine ne kadar önem verdiğinin ispatıydı.
Evet, bütün filmlerinde düşündüğü,
aradığı ve sonunda o vecd haline ulaştığında, heyecanla kabından
taşanları aktardığı şahesere ulaşmıştı Tarkovsky; Stalker. Stalker’a
kadar çektiği bütün filmleri sanki sancılı bir arayıştı Tarkovsky için.
Her filminde hatta her planda arayıp durdu Stalker’ı ve onunla
sinemasını zirveye taşıdı. Ona göre Stalker da bir arayıştı: “Sanatçının inançlarına dayanarak neler başarabileceğini savunuyorum bu filmle.” Ardından son filmi Offret’i,
sinemasını özetlercesine sundu izleyiciye. İlk sahnesiyle hayattan,
şiirden, edebiyattan, müzikten ve resimden ne anladığını ve bunu nasıl
sinema ile birleştirdiğini gözler önüne serdi.
Düşünce
biçimini, formunu ve anlam dünyasını film yaparak genişleten Tarkovsky,
tüm birikimini, hayatını ortaya koyduğu sinemaya aktarmakta kararlıydı
ve ona göre yaptığı işin hakkını vermek her usta gibi bilgiyi
paylaşmaktan geçiyordu. Tüm düşüncesini bir kitapta topladı: Mühürlenmiş
Zaman.
Mühürlenmiş Zaman, doğal olarak Rusça
kaleme alınmış olmasına rağmen 1980’lerde Almanya’da “Zamanın
Heykeltıraşı” ismi ile basıldı. Almanca metinden çevrilerek ülkemizde
“Mühürlenmiş Zaman” olarak çıkarıldı. İsmi üzerine dahi düşünülmesi
gereken eser, sinema kuramlarını bilip, onları yıkan bir şairin ufkunda
gezdiriyor bizi. İsmine gelince, araç ve sanat olarak sinemanın
mahiyetini çok iyi anlayan bir sanatçı olduğunu söylediğimiz Tarkovsky,
elbette ki sinemanın malzemesini iyi biliyor ve zamanı mühürlemeyi,
kamerasını nereye koyacağını, mermerindeki fazlalıkları nasıl
tıraşlayacağını çok iyi biliyordu. Başka nasıl bir isim düşünülebilirdi
ki zamanı mühürleyen bir sanatçının, bilgi birikimini, tıpkı çok sevdiği
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında toplaması gibi derlediği esere.
Sanatçı bana kalırsa tüm formunu,
eserini ortaya koyduğu sanatı tartışmaya açıyorsa, onu süslü, şatafatlı
ve gösterişli oyunların gizinde boğmadan sunabiliyorsa berraktır. Hatta
bunu yapmıyorsa sanatçı olmanın başat sorumluluğunu yerine
getirememiştir. Öyle ya, onu, aslolan sanatçıyı taklitten ibaret olan
sanat nasıl gizlenir. Bu sebepten olsa gerek Tarkovsky kendini
eleştirenlere cevap vermek ve aslında nasıl bir iş yaptığını anlatmak
zorunda kaldığı için bir kaç izleyicisinden gelen mektupları kitabının
başına koyduktan hemen sonra filmlerini anlatmaya başlamış ve kendi
filmlerinden neler öğrendiğini, nasıl bir tekamül sürecinden geçtiğini
anlatmaya koyulmuş ve bu anlatım sistemi etrafında şekillenen kitaba
bütün film felsefesini ve bilgi birikimini aktarmıştır.
Peki, bir sanatçı kendi eserlerinden ne
öğrenebilir ki? Dediğimiz gibi o, film yaparak düşünen, işin içinde
gelişen bir sanatçıydı. İnsanı anlamış ve onun gelişim sürecini iyice
tefekkür ederek bir tekamül sürecinin var olduğunu gözlemlemiş, buna
göre davranmış bir sanatçıydı Tarkovsky. Her sanatçının elbette ki
inişli çıkışlı eserleri olabilir.
Bazı katmanlar arasında geçiş dönemleri olsa da herkese hitap edecek,
en iyi eseri şudur denilebilecek eserler ortaya koymuştur. Örneğin benim
gibi düşünenler, onun en iyi eserinin Stalker olduğunu savunurken,
zamanımızın en önemli düşünce ve fikir adamlarından birisi olan Dücane
Cündioğlu, Tarkovsky’nin en önemli eserinin Andrei Rublev olduğunu
söyler.
Aslında düşünen ve insanı tefekkür eden
hatta kâinatı tefekkür eden inançlı inançsız tüm insanlara
seslenmektedir Tarkovsky. Bunu kitabındaki satırlara işlemiştir. İnsanı
anladığınızda ona hitap etmeyi de başarabilirsiniz kitabıdır bu aynı
zamanda. Filmlerine hep şiirselliği yerleştirmiş ve o şiirsellikle
inancını betimlemiştir. Bu betimlemeyi de ideal karakterlerin her
birinin bir peygamberden esinlendiğini sezdirerek yapmıştır. Bunları
yaparken de, yaptıktan sonra da süslerle boğmamış aşikârane dile
getirmiştir. Çünkü derdi hap vermek değil; fikirlerini, hayata bakışını
ve duygularını dayatmak değil; o alanda izleyiciyi özgür bırakmak ve
içinde bir tecrübe alanı açarak herkese kendi ferdiyetini teslim
etmekti.
Tüm bunları, filmlerini bitirmiş bir
yönetmen, şiirini tamamlamış bir şair olarak kaleme almış ve tekamül
sürecini tamamlayan düşünürün kendi sinemasının manifestosu tarzında
dayatmalara girmeden yine sinema dilindeki gibi şiirsel bir üslup ile
toplamış olan Andrei Tarkovsky Mühürlenmiş Zaman’ı gelecekteki sinemanın
şairlerine ve onları anlamaya çalışanlara armağan etmiştir. Belki ona
büyük bir ustanın “O yönetmenlerin şeyhidir.” demesi de bundandır.
Hayatını film çekmeye adamış olan Tarkovsky tüm yönetmenlerin hocası,
sinemanın şairidir.
Bekir'e.