İnsanlığın sizi
hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir
parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâla?
İyimserliği veya
kötümserliği tartışmayalım. Bunlar anlamsız. İyimser olan insanlar politik ya
da ideolojik amaçlar uğruna iyilik yapıyor. Düşündüklerini söylemiyorlar. Bir
Rus atasözü şöyle der: “Bir kötümser, oldukça bilinçli bir iyimserdir.”
İyimserin düşüncesi ideolojik olarak zararlı, yapmacık ve bütün bir
samimiyetten yoksundur. Buna karşılık, umut insanın gerçekliği. İnsan olmak
büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu
yitirmiyor, çünkü onun akıldışı olduğunu biliyor. Bütün mantığa karşı kendinde
yoğunlaşıyor. Tertullian: “saçma olduğu için inanıyorum.” derken haklıydı.
Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük,
her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete
geçirir.
Hayatınızda sizi
en çok etkileyen rüyalar hangileriydi? Saplantılarınız var mı?
Rüyalarımdaki çoğu
şeyi biliyorum. Onlar benim için çok önemli. Ama açıklamayı sevmiyorum.
Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka âlemden gelen
peygambervâri rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız
rüyalar. Peygambervâri rüyalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden
ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında,
yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ
anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır. Ama bu rüyalar çok
hızlı bir şekilde yeryüzü görüntüleriyle karıştığı için, tekrardan hatırlanması
oldukça zor. Derinlikleri, çizgisel; zamanları içe doğru, sarmal. Emin olduğum
bir diğer nokta, zaman ve mekânın sadece onların maddi somutlaşmasında var
olması. Zaman, nesnel değil.
Neden Solaris’i
sevmiyorsunuz? Acı verici olmadığı için mi sadece?
Solaris’in
alt-metnindeki bilinç kavramının oldukça iyi yedirildiğini düşünüyorum. Filmde
aşırı derece bilimsel terimlerin olduğu doğru. Uzay istasyonları, uydular,
bunlar beni ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Modern ve teknolojik hileler
bana göre insanın yanlış düşüncesinin bir göstergesi. Modern insan; seküler
gelişimiyle, gerçekliğin çıkarcı tarafıyla çok meşgul. Sadece beslenmeyi bilen
yırtıcı bir hayvan gibi… İnsanın âleme ilgisi kayboldu. Şimdilik bir toprak
solucanı gibi büyüyor: toprak yutuyor, sonra arkasında pek çok küçük pislik
bırakıyor. Bir gün hepsini yediği için toprak kaybolursa, buna şaşırmayalım.
Bizi hakikatten uzaklaştırıyorsa evrenin derinliklerine gitmenin pek de anlamı
yok.
Çivisi çıkmış bu
çağda, siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Bir ayağı birinci
geminin güvertesinde, diğer ayağı ikinci geminin güvertesinde olan bir insan
olarak… Gemilerden biri dümdüz gidiyor, diğeriyse sağa doğru sapıyor. Yavaş
yavaş suya düştüğümü fark ediyorum. İnsanlığın geldiği nokta bu. Eğer suya düşmek üzere
olduğunu fark etmezse, onu oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Ama eminim ki
er ya da geç bilinçlenecek. Uykusunda kanaması hiç dinmiyor insanın, uyumadan
önce de yara bere içinde kalıyor. Sanat, insanın manevi bir varlığını, sonsuz
ve kudretli İlah’ın bir parçası olduğunu ve de sonunda tekrar O’na döneceğini
hatırlatmak için var. İnsan, bu sorularla ilgilenir, kendine bu soruları
sorarsa, manevi olarak zaten kurtulmuştur. Cevabın hiçbir önemi yok. Biliyorum
ki bu andan itibaren artık eskisi gibi yaşamayacaktır.
Filmlerinizi
beğenenler, Spielberg’in filmlerini de beğeniyorlar. Spielberg’in filmlerini
izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu sorarak,
söylediklerimi hiç dikkate almadığınızı gösteriyorsunuz. Spielberg, Tarkovski…
Bunlar sizin için birbirine benzeyebilir, ama yanılıyorsunuz! İki türlü
yönetmen vardır: Sinemayı bir sanat görüp kişisel sorular soran; onu bir acı,
armağan, zorunluluk olarak kabul eden yönetmen! Diğeriyse,
sinemayı para kazanma aracı olarak gören yönetmen! Bu ticari sinemadır. E.T.
mesela. İnsanları memnun etmek, eğlendirmek için çekilmiş bir filmdir.
Spielberg amacına ulaştı, yeteri kadar para kazandı. Bu benim hiç tenezzül bile
etmediğim bir amaç. Bana göre tüm bunlar özgünlükten yoksun olmak demek. Örnek
vereyim, Moskova’da turistler dâhil 10 milyon kişi yaşıyor ve sadece üç adet
klasik müzik konser salonu var. Çaykovski Salonu, Konservatuarın büyük ve küçük
salonu. Küçük yerler ama herkesi memnun edebiliyor. Şimdiye kadar, kimse kalkıp
da bana Sovyetler Birliği’nde müziğin hiçbir rol oynamadığını söylemedi. Bu
manevi, kutsal sanatın varlığı bile yeterli. Bana göre, kitlelere yönelik sanat
anlamsız. Sanat, asil ve manevi olandır.
Yine de Sovyetler
Birliği’ndeyken tanınıyordunuz. Filmlerinizi izlemek isteyenler, gişe önlerinde
kavga ediyordu…
Birincisi,
Sovyetler Birliği’nde film çekmesi yasaklanmış bir yönetmen olarak
tanınıyordum. İkincisi, benim için olduğu kadar seyircilerim için de önemli
olan ruhun derinliklerinden gelenleri çekmeye çalışıyorum. Üçüncüsü, filmlerim
bir ifade biçimi değil, bir duadır. Film çektiğimde bu benim için bir düğün
gecesi gibi oluyor. Bir resmin önüne yanan bir mum ya da çiçek koyduğum zaman,
seyircim onunla bütün samimiyetiyle konuşur, hâl dilini anlar. Çok basit, kötü
ya da zeki bir biçimde ortaya bir dil koymam, çünkü düşüncelerdeki tiranlık
diyalogu bozar. Ayrıca, şuana kadar zamana yayıldım. İnsanlar bir benzerini
yapmayıp doğal bir dille konuştuğumu, onları aptal yerine koymadığımı
anladıklarında çektiğim filmlerle ilgilenmeye başladılar.
Soljenitsin,
Batı’nın felakette olduğunu, hakikatin sadece Doğu’dan gelebileceğini söyler.
Katılıyor musunuz?
Bu tip şeylerin
benim açımdan bir önemi yok. Bir Ortodoks olarak Rusya’yı benim manevi vatanım
olarak görüyorum. Bir daha orayı göremeyecek olsam da bunu reddedemem. Kimi,
hakikatin Doğu’dan, kimi Batı’dan geldiğini söylüyor. Ama ne var ki tarih
bizleri şaşırtabiliyor. Sovyetler Birliği’nde dini ve manevi bir uyanışa
tanıklık ediyoruz artık. Bu göz ardı edilebilecek bir şey değil.
Ölümün ötesinde ne
görüyorsunuz?
İnsan ruhunun
ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl
nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda
korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar
basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza
hiç ama hiç ihtiyacı yok.
Kendinizi insanlığa
neden borçlu hissediyorsunuz?
Bu ilk başta
Tanrı’ya, sonraysa insanlığa karşı bir hizmetim. Sanatçı, insanlardaki
düşünceleri toplayıp bir noktada yoğunlaşır. Sanatçı, insanların sesidir.
Gerisi, sadece iş ve tutsaklıktır. Benim etik ve estetik duruşum bu bilinçle
şekilleniyor.
Ölmeden önce
insanlara söylemek istediğiniz son şey nedir?
Söylemek
istediklerimi filmlerimde söyledim. Ben, beni inşa etmeyen insanların kürsüsüne
çıkamam.
Mühürlenmiş Zaman
kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Beni! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz.
Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?
Henüz çözmüş
değilim, ama Doğu kültürünün gizemini ve etkisini sürekli üzerimde hissettim.
Doğu insanı, birbirini yardımlaşmaya davet eder. Halbuki Batı’da insanların
yaptığı; gösterişte bulunmak, kendini belli etmek. Bu bana sahte, yapmacık
geliyor; ayrıca hem manevi hem de insancıl değil. Bundan dolayı gittikçe
Doğu’ya kayıyorum.
Hoffman’ın
hayatını çekmekten neden vazgeçtiniz?
Vazgeçmedim, daha
sonraya ertelemiştim. Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı
romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına
ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin
gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini
olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir.
Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim,
kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.
Neden “Başlangıçta
söz vardı…” ?
Söze karşı her
birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor.
Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen
bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama
anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman
başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki
mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!
Nükleer Savaş mı
çıktı? Bu, şeytanın kendi zaferi olamaz, olsa olsa kibritle oynayıp evi yakan
bir çocuk olabilir! Ama onu yakma delisi olduğu için suçlayamayız. İnsan, kendi
bombalarını patlatmaya henüz hazır değil, ölmeye de. Tarihten öğreneceği daha
çok şey var. Öğrendiğimiz bir şey varsa, o da tarihin bize asla bir şey
öğretmediği. Oldukça kötümser bir sonuç belki bu, insan hatalarını sürekli
yineliyor. Ürkütücü… Yine bir bilmece! Tarihin, en sonunda bir üst mertebeye
çıkabilmesi için bize çok önemli bir manevi zemin sağlaması gerektiğini
düşünüyorum. Bundan da önemlisi, bilgiye doğrudan ulaşmak için bir bilgi
özgürlüğü. Tek yol bu. Zira, saf bilgi özgürlüğün başlangıcıdır."