Monday, August 13, 2012

Siyah Ayna


Eliza Doolittle
Değerli yorumlarıyla kalemime cesaret, içime keyif aşılayan saygıdeğer köşe komşum Hakan Aksay, geçen haftaki Korku İmparatorluğu yazısını şu cümleyle bitiriyordu;
“Devletten, Tanrı’dan, karından, işini ve sağlığını kaybetmekten korkmasan kimbilir ne hatalar yapardın...”
Yazının çarpıcı çağrışımları aklımın köşelerini tutmuş, toplumun tüm katmanlarında çeşitli biçimlerde yer etmiş dehşet ve korku öğretisini, çöl sarısı boşunalık duygusunu evirip çevirirken; tam da o noktada beni iyice çarpan, inanılmaz etkileyici bir mini dizi keşfettim.
İngiliz yapımı 3 bölümlük, 3 saatten kısa süren mini dizinin ismi “Black Mirror”. Alacakaranlık Kuşağı gibi, dizinin bölümleri birbirinden bağımsız öyküler anlatıyor ve tamamıyla farklı oyuncular tarafından oynanıyor.
Hiçbiri tamamen kara ya da apak göndermelerle, göze sokulan kesin doğru ve yanlışlarla dolu değil.
Dizi gerçeğe yakınlığıyla tüyler ürperten gri alanda, ince mesajlarla sakin ve vakur izlenmeyi bekliyor.
Dizinin yaratıcısı Siyah Aynakonuyu şöyle açıklıyor: “Her bölümde farklı bir gerçeklik var. Ancak hikâyelerin ortak noktaları şu; üçü de şu an yaşadığımız dünya veya 10 dakika sonra yaşıyor olabileceklerimiz üzerine kurgulandı.”
Olası yakın bir gelecekte “anti-ütopya” (distopya) kurgularıyla ilerleyen öyküler, işte bu “10 dakika sonra yaşanabilirlik” yakınlığı yüzünden Inception, Matrix türevi, beyazperdedeki kimi distopya örneklerinden ayrılıyor.
Çoğumuza olağan gelen, neredeyse ayırdına bile varmadığımız minik detaylar üzerine incelikli bir sistem eleştirisini çok iyi kotaran, zeki, yaratıcı, çarpıcı bir dizi.
Salt medya ve teknoloji eleştirisi olmanın çok ötesinde, katmanlı detaylarla tüketim toplumuna, dijital kirliliğe, sosyal bellek ve belleksizlik düzlemlerine, nefret ve linç kültürüne, politik hırs ve güç oyunlarına, kişisel ve toplumsal ahlak ile insan ilişkilerine öyle ince sorgularla değiniyor ki, insan sarsılıyor.
Dizinin ismi de aslında, sadece akıllı telefonlar ile tabletlerin kararan ekranlarına değil, çağımızın teknolojik gerçekliği içinde birey ve toplum olarak durduğumuz, gitmekte olduğumuz yerlere sırrı kendinden menkul kapkara aynalar tutuyor.
İlk bölüm, “Ulusal Marş”.
Günümüz İngilteresinde geçiyor. Teknoloji kurdu bir eylemci, halkın gözbebeği olan prensesi kaçırıyor ve onu salıvermek için talebini, ağzı yüzü dağılmış prensesin ağzından okutarak, Youtube üzerinden yayınlıyor. Talep, aynı gün akşamüstü başbakanın canlı yayında bir domuz ile cinsel ilişkiye girmesi.
Müthiş bir kara mizah barındıran ilk bölümün olay örgüsü oldukça sağlam. Kurgu, insanların günümüz teknolojisini yetkili kurumlardan bile daha hızlı ve etkin kullanabilmesinin doğurabileceği olası sonuçları çok iyi yansıtıyor.
Reyting ve yarattığı güç uğruna göze alınabilecekleri göz önüne seriyor.
Güç ve iktidar hırsı uğrunda, vefa, onur, sevgi ve aile gibi değerlerin bile feda edilebilir oluşunu, incelikle anlatıyor.
Kuru kuruya medya eleştirisinin ötesinde, sosyal medya, kişisel iletişim araçları, bilgi paylaşım platformlarıyla, gizli bilginin nasıl bir virüs gibi hızla yayılabileceğinin, ahlak anlayışlarına bile nasıl format atılabileceğinin altı çiziliyor.
Hele bir de, bu bölüme konu olan malum olay, bölümün sonunda bir sanat eleştirmeni tarafından 21. yüzyılın en büyük sanat olayı olarak yorumlanıyor ki, Siyah Ayna iyice kaymakta olan şirazelerimizle ilgili söylemek istediğini biraz da burada söylüyor.
İkinci bölüm, “15 Milyon Yetenek”.
Dijital ekranların içine hapsolmuş görünen, distopik bir alanda geçiyor.
İnsanlar, ekranlarla kaplı spor salonlarına benzer alacakaranlık hücrelerde topluca pedal çevirerek enerji üretebildikleri düzeyde sanal puan topluyorlar. Bu puanlarla hem yaşamsal ihtiyaçlarını en tatsız tuzsuz biçimde karşılayıp, hem de tüm kazanımlarını sanal gerçekliğe yatırıyorlar.
Toplumun en alt katmanı olarak görülen, temizlik işçiliğine mahkûm bırakılan obezler, tv şovlarında düşman portreler olarak aşağılanıyor.
“YetenekSizsiniz” benzeri, ne idüğü ne dediği belirsiz üç kişilik bir jürinin insafına emanet edilen bir şov programı ise, pedal çeviren gençlere bir üst katmana terfi edilmenin, şarkıcı, televizyoncu ya da pornocu olmanın, en cilalanmış haliyle, şu ya da bu şekilde “şöhret yoluyla yırtmanın” biletini sunuyor.
Bu bölüm, mutluluğun yolları olarak addettiğimiz değerler ile tüketim çılgınlığını sorgularken, bunlar adına neleri feda edebileceğimizi de sorgulatıyor.
Ortalama insanın sahipsizliğinden, uysal, uslu, güdümlenmeye gün geçtikçe daha açık seçeneksizliğinden dem vuruyor.
Son bölüm, “Senin Tüm Geçmişin”.
İlk bölümün bugüne yakınlığıyla ikinci bölümün gerçeküstü öğelerinin ortalamasını alır gibi görünen, yakın gelecekteki bir zamanda, herhangi bir kentte geçiyor.
Günümüze göre en belirgin fark şu; bellekler artık kayıt altına alınabiliyor. Kulakların arkasına monte edilen bir bellek çipi ve minik bir el cihazı ile geçmişi hem kendimiz tüm detaylarıyla anımsayabiliyor, hem de kablosuz bağlantı ile herhangi bir ekranda dilediğimiz sıklıkta izleyip paylaşabiliyoruz.
Yaşanmışlıkların tüm detaylarıyla çarşaf çarşaf gözler önüne serilebilmesi, mahremiyetin de sınırlarını çok muğlâk alanlara çekiyor.
Bu gönüllü mahremiyet işgalinin, ikili ilişkiler ve aile eksenindeki yansımaları, son bölümde kayıtlı belleğin açık ettiği yalan ve ihanetlerle çözülmeye giden bir evlilik üzerinden anlatılıyor.
Bu noktada, Google vb arama motorlarının, Facebook vb geçmiş tutanaklı sosyal ağların, tek bir tık ile gözlerimizin önüne serebileceği tüm kişisel detaylar, teknolojinin nimetleriyle her anlamda izlenip fişlenmenin tehlikeleri, sadece anımsadıklarımızın değil, unutuşlarımızın da çoğu zaman elzem oluşu anlatılıyor.
İnsanı huzursuz eden, karamsarlığa iten, öte yandan da gerçekten çarpan bir seyirlik olmuş Siyah Ayna…
Kurgusal zekâsıyla Orwell başyapıtı 1984’e ustalıklı bir selam çakıyor.
Yaşamımızı kolaylaştırırken efendimiz haline gelmeye başlayan teknolojiye, sanal gerçeklik yolundaki ufuk çizgisi görünmeyen rotamıza ve sosyal ağlar ışığında kendimizle ve birbirimizle ilişkilerimize koskoca, kapkara bir ayna tutuyor.
Korku İmparatorluğu’na bir de teknolojik düzlem üzerinden bakıp, insanın iyiden iyiye ödünü patlatıyor!

Ne dilemeli…

Farkındalığımız bol, aynalarımız billur, içimiz ferah olsun.