Emek Erez / Ayraç
Ulus Baker ismi pek
çok felsefi görüş ve düşünce ile yan yana getirilebilir. Çok erken yaşta
kaybettiğimiz, bu coğrafyanın düşünce dünyasında önemli bir yere sahip
olduğunu belirtmeye de gerek olmayan, kendi felsefesini oluşturabilmiş
birkaç isimden birisidir Ulus Baker. Başlığımızdan da anlaşılacağı üzere
bu çok yönlü düşünce insanın sinema hakkındaki fikirlerini tartışmayı
amaçlayan bir yazı amaçlıyoruz. Baker için sinema neden önemliydi?
Sinemanın bu günkü yeri? Sinemanın yaşamsal pratiklerimiz içerisinde ne
gibi bir önemi var? Ve nasıl bir sinema? Bu ve buna benzer pek çok soru
sorabiliriz ancak bu yazıda daha çok düşünen, düşündüren, bakış açıları
sunan bir sinemanın nasıl var olabileceğini Ulus Baker felsefesi
üzerinden bahsetmeye çabalayacağız.
Ulus Baker için
sinemanın önemi modern toplumun da bir montaj olmasından kaynaklanır.
Mühendislik bir montajdan ibarettir ve modern toplumda montaj her
şeydir. Sinema her şeyi kaydedebilen bir ortam olarak ortaya çıktığından
beri modern toplumu en iyi yansıtan şey olmayı bu nedenle
başarabilmiştir. Endüstrilerimiz, bilgisayarlarımız, televizyonumuz ve
programları, okuduğumuz kitaplar hatta yazarları bile montajdır. Evet,
Ulus Baker’in de ifade ettiği gibi modern toplumlar da tıpkı sinema gibi
bir mühendislik edasıyla montajlanmış, birbirine vidalanmış ve inşa
edilmiş topluluklardır. Sinema montajın en esaslı biçimiyse, o zaman
kendisini en iyi ifade edebilecek bir hale gelmeliydi.
Ulus Baker’in sinema
üzerinde bu kadar durmasının en önemli nedenlerinden birisi her yeni
neslin daha az okuyup daha çok izlemesiyle ilgiliydi. İmajlar çağı adı
verilen bir dönemde bu normaldi. O zaman sinemaya, sosyal bilimlere veya
diğer disiplinlere bu konuda çok şey düşüyordu ki Ulus Baker’in aynı
zamanda tezi olan “Kanaatlerden İmajlara, Duygular Sosyolojisine Doğru”
adlı kitabı tam da bununla ilgiliydi. Ona göre görselin bu kadar etkili
olduğu bir çağda sosyal bilimler kendisini bundan uzakta tutamazdı.
Sinemada işin içine bu bakımdan giriyordu ama bunu nasıl yapacaktı?
Sinema, bu bağlamda düşünen ve düşündüren bir şeye dönüşebilir miydi?
Ulus Baker deyince
aklımıza ilk gelmesi gereken şey “düşünme.” Çünkü ona göre her eser,
roman, belgesel, sinema ya da öykü bizi düşünmeye sevk etmelidir. Bu
nedenle Baker’in sinema anlayışını bir bakıma “düşünen sinema” olarak
tanımlamak yanıltıcı olmayacaktır. Beyin Ekranı adlı kitabında şöyle
diyor: “Bir filmin düşünmesi bize bir mecaz gibi geliyor, çünkü biz
yalnızca insanların düşündüğü fikrine alışmışız. Oysa bizde bir
düşünceler zinciri yaratıyorlarsa bir roman ya da mantığımızla uyum
içindeki bir takım doğa olayları “düşünüyorlar” demektir.” İzleyici ya
da okuyucu açısından bakıldığında Ulus Baker’e hak vermek gerekmektedir.
İzlediğimiz ya da okuduğumuz şey bize fikir sunmuyorsa o zaman belki
bunun üzerine düşünmek yanıltıcı olmayacaktır. Bir film yalnızca izlenip
geçilmemelidir oysa film onu izledikten sonra yaşamımızda küçük düşünce
ve duygu kırıntıları bırakabiliyorsa ona atfedilen anlam, yerini
bulacaktır. Bu nedenle Ulus Baker “düşünmeye zorlayan bir sinema”
fikrinden bahsetmektedir. Ona göre sinema “ doğayı bizzat seyircinin
beynine iletecek bir cihaza; imaj, kadraj ve montaja sahip olduğu için
bu sayede yalnızca düşünülebilir olmakla kalmayan “düşünmeye zorlayan”
bir içeriğe doğrudan anlam kazandırabilen” bir araçtır. Sinematografik
teknik ve malzeme doğayı insan beyninde bir ekran algısıyla yeniden
üretir bu aynı zamanda bir şoktur. Heidegger’in deyişiyle “noo-şok”
verebilir. Bunun anlamı bir akıl şoku oluşturma çabasıydı ki yazarın
sıklıkla üzerinde durduğu Gance, Eisenstein, Vertov gibi isimler
başlangıçta sinemayı “düşünceyi şoklamak” beyine imajların
titreşimlerini doğrudan vermek gibi amaçlarla ele almışlardı.
Ulus Baker “düşünen
sinema” anlayışı için evrensel bir düşünme biçimi iddiasında değildir.
Çünkü ona göre düşünme “evrensel değil bilakis koşullu, adanmış veya
dünyaya bağlanmış bir duruştur. Düşünmek kaygısızca, rastgele seçilmiş
olmayan bir bakış açısına sahip olmak demektir” Bu nedenle Ulus Baker
düşüncesinde bakış açıları önemli bir yer tutar. Çünkü ona göre hiçbir
şey yeni değildir yeni olan şey bakış açılarıdır. Ve bakış açıları
tekili çoğullaştırır. “Düşünün ki bir filmcisiniz ve derdiniz Tarkovski
ya da Bresson gibi filmi seyredenlerin sizin gibi düşünmediğini
hissetmek… Yani filmin hem her yeni seyredilişinde hem de farklı kişiler
tarafından her görülüşünde farklı olması, bu kendini sürekli olarak
yeniden üreten bir evrim gibidir” Filmi her gören aslında filmi kendi
kültürlenmesine, inançsal pratiğine, yaşamsal durumuna ya da o gün
içerisinde bulunduğu ruh haline göre değerlendirecektir ve bu çoğul bir
şeydir yeni olmayan tek bir filmin bakış açılarıyla çoğul bir hale
gelmesidir. “Kafanız karışmasın anlatmak istediğim çok basit” der Ulus
Baker “Hayalimde bir çok şey görürüm ama onu resim haline dönüştüremem
yani sinemada bize bir çok hayal gördürüp, pek çok şey düşündürebilir
ama sinema ve hayalimiz aynı olmaz” Bizim izlediğimiz üzerine kurduğumuz
hayal yeni bir şey değildir çünkü biz daha önceden kurgulanmış,
montajlanmış, oluşturulmuş bir şey üzerine bakış açısı geliştirmiş,
hayal kurmuş, düşünmüş ve belki de yönetmenden ayrı kendi filmimizi
oluşturmuş oluruz. İşte Baker’in sinemadan beklentisi biraz da budur;
bir film izlenip orada bırakılan bir “şey” olmamalıdır, izleyen özne,
filmi yaşamının bir yerinde anlamlandırabilmeli onun varlığında izlediği
bir film yer etmelidir.
Yeni bir bakış açısı
sunabilen filmin belki de en ihtiyacı olan şey düşündüren imajlara sahip
olmasıdır. İmajlar çağı olarak da değerlendirilen bir dünyada bu
nedenle sinematografik imaja oldukça çok sorumluluk düşmektedir. Ancak
Ulus Baker’e göre aslında imajlar çağında bile değilizdir O bu konuda
Godard’a hak verir; tam da klişeler çağındayız; “etrafımızı saran,
altımızı oyan, üstümüzü örten ve hepimizi kuşatan.” Sorun işte bu
klişelerden imajlar yaratmak, onları çekip çıkarmak ve Deleuze’un
deyimiyle kimyevi bir “titre etmektir.” İmajlar öyle ulu orta bir yerde
değillerdir, onlara ulaşmak, onlar için çabalamak gerekmektedir ve bu
bir bakıma yaratım işidir.
Ulus Baker’e göre
aslında sinemanın bir düşünceyi bir felsefeyi herhangi bir akımı temsil
etme gibi bir derdi olmamalıdır. Ona göre sinema bir anın
yakalanmasıdır, imajlardan bir fikrin, bir sloganın, bir şiirin
çıkageldiği andır bu. İşte bunu yapacak olan fikirsel imajlardır çünkü
her fikrin bir imajı vardır. Ona göre felsefe her fikrin bir imajı
yoktur gibi bir yanılgı içerisindedir. Her fikrin bir imajla bağlantısı
vardır oysa bu ampirist düşünceden de ötede bir şeydir. Ona göre “bu
fikirsel imajlar çağlar boyunca ve coğrafyalar aşırı olarak
değişebilirler, çünkü en az fikirler kadar yerel ama yine en az onlar
kadar evrensel olabilirler, Sosyo-kültürel olarak şekillenmişlerdir ama
her an iç ya da dış etkenlerle çözülüp dağılıp, başka biçim ve tarzlarda
var olabilirler” Burada sorumluluk imajları yaratana, yönetmene
düşmektedir. Bir sinema metni bölünemez ancak imajlar bölünüp
parçalanıp, şekil verilebilir bir esnekliğe sahiptiler. Klişelerden
imajlar yaratmak zordur ama o imajları yarattığınız an Baker’in
deyimiyle “şenliktir, bayramdır.” Ve düşünen bir sinema için düşündüren
imajlar yaratmak neredeyse zorunluluktur. Baker aynı zamanda ikili bir
imaj durumundan bahseder Doğru imaj ve herhangi bir imaj. Doğru imaj;
sürekliliğini, akışını, uyumunu bozmaz, seyirciye yabancı gelmez, bir
imajlar toplamından başka bir şey değildir. Herhangi bir imaj ise
hakkının verilmesini, içine sarılıp sarmalanmış olduğu klişelerden
çıkarılmayı talep eder ki düşünen bir sinemanın imajı bu olmalıdır.
Doğru imajlar aykırı olmayan imajlardır bir bakıma toplumsal gözün,
devlet iktidarının gözüne batmayan, genel ahlȃk kriterlerinin içinde bir
imajdır ve bu imaj tanımında da belirtildiği gibi izleyiciye yabancı
gelmez her şey olması gerektiği gibi olur gelişir ve sonlanır, bu imaj
biçimi bu nedenle düşünme ya da bakış açısı oluşturmaz klişeleri
kıramaz. Herhangi imaj ise alışılmışın dışında ve hayret verici
olabilir, yarattığı şaşkınlık izleyicide daha önce bahsettiğimiz o
akılsal şoku yaratabilir. Ve bu imaj belki de Ulus Baker’in düşünen ve
düşündüren sinemasının talep ettiği imajdır.
Bahsettiğimiz
imajların düşünülmesi ise bu imajların tasnifiyle mümkün olur. Düşünülen
imajların tasnifi ise montajdır. Ulus Baker, Godard’a atıfla montajın
modern hayatın kendisi olduğuna değinir ve aslında sinemanın önemi
montajdandır ve bu nedenle yalnızca imaj değil düşüncede sunar. Çünkü
hayatımızdaki her şey montajdır; çalışma montajdır, metropol montajdır,
endüstriler, yazılımlar tümü montajlar olarak iş görürler. Yani modern
toplumun insanı aslında montajlarla yaşar montajlarla düşünür var oluşu
bir montajdır ki Godard’a göre bir doktor belli başlı “semptomlara”
bakıp “sinüzit dediğinde bu bile montajdır. Foucault’nun “Bu Bir Pipo
Değildir” kitabında yaptığı da budur, var olan şey aslında monte edilen
şeydir. Bir şey hiçbir zaman görüldüğü şey gibi algılatılmaz çünkü bir
yargıç için hapishane cezalandırma kurumu değildir: Hep bir iki yüzlülük
hâkimdir, çünkü modern toplumun bir monte edeni ve doğrulayıcısı
vardır. Böyle bir ortamda sinemada montajdır ve montaj düşündüren,
fikirsel imajları tasnif etmede ve düşünen bir sinema tahayyülünde
önemli bir yere sahiptir.
Ulus Baker’in en çok
üzerinde durduğu konulardan birisi de “toplumsal tiplerdir. Simmel’e
göre toplumsal tipin tanımlanmış olması için bir vakıf ya da kurum
tarafından belirlenmiş olması gerekir. Örneğin; “yoksul” bir toplumsal
tiptir ancak onun bir tip olarak varlığı herhangi bir kurum tarafından
tanımlanmasıyla olur. Mesela bir vakfın yardımıyla gündeme geldikten
sonra biz onları yoksul olarak tanımlarız. Ulus Baker son dönemde
toplumsal tiplerin belirsizleştiğinden bahseder “Toplumsal tipler sadece
günümüzde kanaatperverliğe dayalı olan toplum bilimlerinde değil aynı
zamanda edebiyat ve sinema gibi diğer alanlarda da ortadan kalkmıştır?”
Baker’in bu sorusunun yanıtı aslında toplumsal tiplerin yok
olmadıklarıdır. Çünkü ona göre on dokuzuncu yüz yıl boyunca Foucault
gibi isimler kendi toplumsal tiplerini yaratabilmişlerdir ki
Foucault’nun “teklikeli bireyi” bir toplumsal tiptir. Toplumsal tipler
sinemanın da üzerinde durması gereken bir sorundur çünkü bir şeyin var
olması için tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Balzac’tan itibaren roman
bunu gerçekleştirebilmiştir ve sinemanın da buna ihtiyacı vardır.
Toplumsal tiplerin karikatirüstik mevcudiyetinden çok görsel olarak
derin bir temsiline ihtiyaç vardır. Çünkü Ulus Baker sinema üzerine
felsefesi; silik, kitle kültürü içerisinde gözden kaybolmuş sinema
tipleri üzerinedir: Görülür, geçilir, üzerinde düşünülmez ve ona göre bu
bir sorundur. Toplumsal tiplerin kanaatlerin ötesinde bir tanımlanmaya
ve sinema tarafından görselleştirilmeye ihtiyacı vardır. Ve belki de bu
durum sinemayı bir kitle sanatı olmaktan çıkaracaktır. Çünkü film
“kitlelerin beyinlerini etkileyebilen ve onlara eylem istemi hissi
verebilen türde etkili bir ortamdır.”
Ulus Baker sinemanın
doğumundan itibaren bir yanılsama içinde olduğundan ve hak ettiği yerde
olamadığından yakınır. Böylesine önemli olan sinematografik anlatım ne
yazık ki Baker’ e göre büyük sinemacıların çabalarına rağmen başarısız
olmuştur. Çünkü düşündüren imajlarını yaratamamış ve yerini “televizüel
imaja” kaptırmıştır ki bu imajlar “manipüle imajlardır, böylesi bir
manipülasyon olup bitenlerin tek taraflı manipülasyonu olan imajlardır;
haberler, showlar ve televizyon panelleri”. Ve bu durumun sinemaya
getirisi kitle kültürüdür, öyle ki sinema günümüzde bir tür kitle
toplumuna sahiptir. Kimileri içinse yalnızca bir eğlence endüstrisidir.
Günümüzde bir filmin estetik ve sanatsal yönünü, yüzeysel, popüler
eğlence rolünden ayırabilmek oldukça güçleşmiştir. Baker’e göre
“Teknoloji şimdi enerji, plastik, elektrik gibi bazı gizemli şeyleri
üretebildiği kadar teknolojik değildir. Şehir manzaraları, tıpkı
elektrik plantasyonları gibi imal edilmektedir. Günümüzde iş, sinema ve
özellikle televizyonun imajı hemen hemen aynı şekilde imal edilmeye
varmıştır.” Günümüzde her şeyin bir imalat mantığıyla hareket edildiğini
düşünmek yanıltıcı olmayacaktır ancak imal edilen şey yaşamsal
gerçekliğimizin taklididir. Yani bizden uzaktır ve siliktir. Aynı
zamanda imal edilen şey birbirine benzer fabrika üretimi gibi tek
tiptir. Tıpkı Hollywood veya Yeşilçam sinemasının toplumsal tipleri gibi
ȃşıklar aynı duyguda, zenginler aynı zenginliktedir. Ancak sinemanın
imajı televizüel imajdan farklı olmalıdır; en baştan beri ifade etmeye
çalıştığımız gibi sinematografik imaj ya da toplumsal tip düşündürmeli,
izleyici üzerinde iz bırakmalıdır, bir film izlendikten sonra izleyici
de bir duygu olarak düşündüren bir imaj olarak var olmalıdır.
Sinemanın önündeki en
büyük engellerden birisi de kuşkusuz medyadır. Çünkü medya bize
olaylarımızı kaybettirir dolayısıyla düşünmeyi de kaybederiz çünkü
düşünmek aynı zamanda üzerine düşünülecek bir olaya ihtiyaç duyar. Bu
nedenle Baker “Dolaylı Eylem” adlı kitabında yeni bir olay bulmanın
gerekliliğinden bahseder ve bu olay anti-medyatik bir olay olmalıdır.
Çünkü anti-medyatik bir düşünce ile olayın ne olduğunu kurgulamanın
gerekliliği vardır. Medya istediğini istediği gibi anlatır, karşı medya
ona sesini duyurmaya çalışır yani kendini onun varlığıyla var eder.
Sinema için olayı düşündüğümüzde ise yine Ulus Baker’in sinema fikriyle
orantılı olarak anlamlandırdığımızda medyatik olmaktan çok düşündüren
hatta “düşünmeye zorlayan” bir olay kurgusuna sahip bir sinema
kavrayışından söz etmek gerekmektedir. Medyatik olay yüzeysel bir
fikirselliğe sahiptir, yanlı bir bakış açısı vardır. Oysa düşünen bir
sinema daha önce vurguladığımız gibi farklı bakış açıları
oluşturabilmeli ve tek bir film farklı bakış açıları ve farklı
düşünmeler anlamına gelmelidir. Sinematografik anlamda bir olaydan
bahsederken de bunların göz önüne alınması gerekmektedir. Çünkü film de
felsefe gibidir Baker’in deyimiyle, “felsefeyi bir hakikati söylemek
için değil, asla ulaşamayacağımızı anladığımız hakikate nazarlar ve
bakış açıları fırlatmak için yaptığımız gibi ‘film olayı’ esasında bir
farklı bakış açıları sunmaya gelir dayanır.”
Ulus Baker’in sinema
görüşü felsefidir düşünmeye, duygulanmaya, farklı bakış açıları sunmaya
meyleder. Bir tek film vardır ancak tek tek pek çok birey vardır, bir
film tek tek çoğalabildiği ve düşündürebildiği sürece var olur amaç da
bu olmalıdır. Sinema önemlidir çünkü “imajlar çağı” adı verilen bir
çağda yaşıyorsak, her nesil bizden daha çok izliyor daha az okuyorsa, o
zaman düşünmenin ve düşündürmenin yeni yolu belki de sinema olmalıdır.
Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi sinema belirsiz bir ortama doğmuştur;
kültür endüstrisi, kitle kültürü, televizüel imaj sinemayı olumsuz
etkilemektedir. Bu aşılabilir, çünkü Ulus Baker’in o çok sevdiğimiz,
bizi oldukça düşündüren cümlesi gibi “ Televizyon olmadığı için
pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberleri
daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar
ve asıl önemlisi akşamları gök gürültülü sürpriz programlar var. Filmler
genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton ancak
oldukça realist.” Yaşamlarımız ve filmlerimiz bizim için kurgulanan
imajlar olmaktan çıktığında, sinema bizim için kurgulanmış olmaktan çok
kurgusunu bize bakış açıları sunmaya yönelttiğinde ve en önemlisi
televizüel imajların ötesinde “gök gürültülü sürpriz programlar”
sunabildiğinde bir sinemadan bahsedebiliriz, modern toplumun montajlı,
düzenlenmiş, kurgulanmış, imal edilmiş bireyleri olarak bizler bu
montajın dışında bakış açıları sunan, düşündüren bir sinemanın
varlığından oldukça beslenebiliriz. Ve Ulus Baker’in sinema düşüncesi
bize bu konuda daha çok yol gösterebilir.
Kaynakça
Baker, U., (2010) Kanaatlerden İmajlara “Duygular Sosyolojisine Doğru”, İstanbul: Birikim Yayınları.
Baker, U., (2011) Beyin Ekranı, (Der. Ege Baransel), İstanbul: Birikim Yayınları.
Baker, U., (2012) Dolaylı Eylem, (Der. Ege Baransel), İstanbul: Birikim Yayınları.
İnternet Kaynakları:
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?ulus_baker