Thursday, June 19, 2014

Ulus Baker ve Düşünen Sinema: “Görüyorum O Halde Düşünmeliyim”

Ulus Baker ve Düşünen Sinema: “Görüyorum O Halde Düşünmeliyim”


Emek Erez / Ayraç

Ulus Baker ismi pek çok felsefi görüş ve düşünce ile yan yana getirilebilir. Çok erken yaşta kaybettiğimiz, bu coğrafyanın düşünce dünyasında önemli bir yere sahip olduğunu belirtmeye de gerek olmayan, kendi felsefesini oluşturabilmiş birkaç isimden birisidir Ulus Baker. Başlığımızdan da anlaşılacağı üzere bu çok yönlü düşünce insanın sinema hakkındaki fikirlerini tartışmayı amaçlayan bir yazı amaçlıyoruz. Baker için sinema neden önemliydi? Sinemanın bu günkü yeri? Sinemanın yaşamsal pratiklerimiz içerisinde ne gibi bir önemi var? Ve nasıl bir sinema? Bu ve buna benzer pek çok soru sorabiliriz ancak bu yazıda daha çok düşünen, düşündüren, bakış açıları sunan bir sinemanın nasıl var olabileceğini Ulus Baker felsefesi üzerinden bahsetmeye çabalayacağız.

 

Ulus Baker için sinemanın önemi modern toplumun da bir montaj olmasından kaynaklanır. Mühendislik bir montajdan ibarettir ve modern toplumda montaj her şeydir. Sinema her şeyi kaydedebilen bir ortam olarak ortaya çıktığından beri modern toplumu en iyi yansıtan şey olmayı bu nedenle başarabilmiştir. Endüstrilerimiz, bilgisayarlarımız, televizyonumuz ve programları, okuduğumuz kitaplar hatta yazarları bile montajdır. Evet, Ulus Baker’in de ifade ettiği gibi modern toplumlar da tıpkı sinema gibi bir mühendislik edasıyla montajlanmış, birbirine vidalanmış ve inşa edilmiş topluluklardır. Sinema montajın en esaslı biçimiyse, o zaman kendisini en iyi ifade edebilecek bir hale gelmeliydi.

 

Ulus Baker’in sinema üzerinde bu kadar durmasının en önemli nedenlerinden birisi her yeni neslin daha az okuyup daha çok izlemesiyle ilgiliydi. İmajlar çağı adı verilen bir dönemde bu normaldi. O zaman sinemaya, sosyal bilimlere veya diğer disiplinlere bu konuda çok şey düşüyordu ki Ulus Baker’in aynı zamanda tezi olan “Kanaatlerden İmajlara, Duygular Sosyolojisine Doğru” adlı kitabı tam da bununla ilgiliydi. Ona göre görselin bu kadar etkili olduğu bir çağda sosyal bilimler kendisini bundan uzakta tutamazdı. Sinemada işin içine bu bakımdan giriyordu ama bunu nasıl yapacaktı? Sinema, bu bağlamda düşünen ve düşündüren bir şeye dönüşebilir miydi?

 

Ulus Baker deyince aklımıza ilk gelmesi gereken şey “düşünme.” Çünkü ona göre her eser, roman, belgesel, sinema ya da öykü bizi düşünmeye sevk etmelidir. Bu nedenle Baker’in sinema anlayışını bir bakıma “düşünen sinema” olarak tanımlamak yanıltıcı olmayacaktır. Beyin Ekranı adlı kitabında şöyle diyor: “Bir filmin düşünmesi bize bir mecaz gibi geliyor, çünkü biz yalnızca insanların düşündüğü fikrine alışmışız. Oysa bizde bir düşünceler zinciri yaratıyorlarsa bir roman ya da mantığımızla uyum içindeki bir takım doğa olayları “düşünüyorlar” demektir.” İzleyici ya da okuyucu açısından bakıldığında Ulus Baker’e hak vermek gerekmektedir. İzlediğimiz ya da okuduğumuz şey bize fikir sunmuyorsa o zaman belki bunun üzerine düşünmek yanıltıcı olmayacaktır. Bir film yalnızca izlenip geçilmemelidir oysa film onu izledikten sonra yaşamımızda küçük düşünce ve duygu kırıntıları bırakabiliyorsa ona atfedilen anlam, yerini bulacaktır. Bu nedenle Ulus Baker “düşünmeye zorlayan bir sinema” fikrinden bahsetmektedir. Ona göre sinema “ doğayı bizzat seyircinin beynine iletecek bir cihaza; imaj, kadraj ve montaja sahip olduğu için bu sayede yalnızca düşünülebilir olmakla kalmayan “düşünmeye zorlayan” bir içeriğe doğrudan anlam kazandırabilen” bir araçtır. Sinematografik teknik ve malzeme doğayı insan beyninde bir ekran algısıyla yeniden üretir bu aynı zamanda bir şoktur. Heidegger’in deyişiyle “noo-şok” verebilir. Bunun anlamı bir akıl şoku oluşturma çabasıydı ki yazarın sıklıkla üzerinde durduğu Gance, Eisenstein, Vertov gibi isimler başlangıçta sinemayı “düşünceyi şoklamak” beyine imajların titreşimlerini doğrudan vermek gibi amaçlarla ele almışlardı.

 

Ulus Baker “düşünen sinema” anlayışı için evrensel bir düşünme biçimi iddiasında değildir. Çünkü ona göre düşünme “evrensel değil bilakis koşullu, adanmış veya dünyaya bağlanmış bir duruştur. Düşünmek kaygısızca, rastgele seçilmiş olmayan bir bakış açısına sahip olmak demektir” Bu nedenle Ulus Baker düşüncesinde bakış açıları önemli bir yer tutar. Çünkü ona göre hiçbir şey yeni değildir yeni olan şey bakış açılarıdır. Ve bakış açıları tekili çoğullaştırır. “Düşünün ki bir filmcisiniz ve derdiniz Tarkovski ya da Bresson gibi filmi seyredenlerin sizin gibi düşünmediğini hissetmek… Yani filmin hem her yeni seyredilişinde hem de farklı kişiler tarafından her görülüşünde farklı olması, bu kendini sürekli olarak yeniden üreten bir evrim gibidir” Filmi her gören aslında filmi kendi kültürlenmesine, inançsal pratiğine, yaşamsal durumuna ya da o gün içerisinde bulunduğu ruh haline göre değerlendirecektir ve bu çoğul bir şeydir yeni olmayan tek bir filmin bakış açılarıyla çoğul bir hale gelmesidir. “Kafanız karışmasın anlatmak istediğim çok basit” der Ulus Baker “Hayalimde bir çok şey görürüm ama onu resim haline dönüştüremem yani sinemada bize bir çok hayal gördürüp, pek çok şey düşündürebilir ama sinema ve hayalimiz aynı olmaz” Bizim izlediğimiz üzerine kurduğumuz hayal yeni bir şey değildir çünkü biz daha önceden kurgulanmış, montajlanmış, oluşturulmuş bir şey üzerine bakış açısı geliştirmiş, hayal kurmuş, düşünmüş ve belki de yönetmenden ayrı kendi filmimizi oluşturmuş oluruz. İşte Baker’in sinemadan beklentisi biraz da budur; bir film izlenip orada bırakılan bir “şey” olmamalıdır, izleyen özne, filmi yaşamının bir yerinde anlamlandırabilmeli onun varlığında izlediği bir film yer etmelidir.

 

Yeni bir bakış açısı sunabilen filmin belki de en ihtiyacı olan şey düşündüren imajlara sahip olmasıdır. İmajlar çağı olarak da değerlendirilen bir dünyada bu nedenle sinematografik imaja oldukça çok sorumluluk düşmektedir. Ancak Ulus Baker’e göre aslında imajlar çağında bile değilizdir O bu konuda Godard’a hak verir; tam da klişeler çağındayız; “etrafımızı saran, altımızı oyan, üstümüzü örten ve hepimizi kuşatan.” Sorun işte bu klişelerden imajlar yaratmak, onları çekip çıkarmak ve Deleuze’un deyimiyle kimyevi bir “titre etmektir.” İmajlar öyle ulu orta bir yerde değillerdir, onlara ulaşmak, onlar için çabalamak gerekmektedir ve bu bir bakıma yaratım işidir.

 

Ulus Baker’e göre aslında sinemanın bir düşünceyi bir felsefeyi herhangi bir akımı temsil etme gibi bir derdi olmamalıdır. Ona göre sinema bir anın yakalanmasıdır, imajlardan bir fikrin, bir sloganın, bir şiirin çıkageldiği andır bu. İşte bunu yapacak olan fikirsel imajlardır çünkü her fikrin bir imajı vardır. Ona göre felsefe her fikrin bir imajı yoktur gibi bir yanılgı içerisindedir. Her fikrin bir imajla bağlantısı vardır oysa bu ampirist düşünceden de ötede bir şeydir. Ona göre “bu fikirsel imajlar çağlar boyunca ve coğrafyalar aşırı olarak değişebilirler, çünkü en az fikirler kadar yerel ama yine en az onlar kadar evrensel olabilirler, Sosyo-kültürel olarak şekillenmişlerdir ama her an iç ya da dış etkenlerle çözülüp dağılıp, başka biçim ve tarzlarda var olabilirler” Burada sorumluluk imajları yaratana, yönetmene düşmektedir. Bir sinema metni bölünemez ancak imajlar bölünüp parçalanıp, şekil verilebilir bir esnekliğe sahiptiler. Klişelerden imajlar yaratmak zordur ama o imajları yarattığınız an Baker’in deyimiyle “şenliktir, bayramdır.” Ve düşünen bir sinema için düşündüren imajlar yaratmak neredeyse zorunluluktur. Baker aynı zamanda ikili bir imaj durumundan bahseder Doğru imaj ve herhangi bir imaj. Doğru imaj; sürekliliğini, akışını, uyumunu bozmaz, seyirciye yabancı gelmez, bir imajlar toplamından başka bir şey değildir. Herhangi bir imaj ise hakkının verilmesini, içine sarılıp sarmalanmış olduğu klişelerden çıkarılmayı talep eder ki düşünen bir sinemanın imajı bu olmalıdır. Doğru imajlar aykırı olmayan imajlardır bir bakıma toplumsal gözün, devlet iktidarının gözüne batmayan, genel ahlȃk kriterlerinin içinde bir imajdır ve bu imaj tanımında da belirtildiği gibi izleyiciye yabancı gelmez her şey olması gerektiği gibi olur gelişir ve sonlanır, bu imaj biçimi bu nedenle düşünme ya da bakış açısı oluşturmaz klişeleri kıramaz. Herhangi imaj ise alışılmışın dışında ve hayret verici olabilir, yarattığı şaşkınlık izleyicide daha önce bahsettiğimiz o akılsal şoku yaratabilir. Ve bu imaj belki de Ulus Baker’in düşünen ve düşündüren sinemasının talep ettiği imajdır.

 

Bahsettiğimiz imajların düşünülmesi ise bu imajların tasnifiyle mümkün olur. Düşünülen imajların tasnifi ise montajdır. Ulus Baker, Godard’a atıfla montajın modern hayatın kendisi olduğuna değinir ve aslında sinemanın önemi montajdandır ve bu nedenle yalnızca imaj değil düşüncede sunar. Çünkü hayatımızdaki her şey montajdır; çalışma montajdır, metropol montajdır, endüstriler, yazılımlar tümü montajlar olarak iş görürler. Yani modern toplumun insanı aslında montajlarla yaşar montajlarla düşünür var oluşu bir montajdır ki Godard’a göre bir doktor belli başlı “semptomlara” bakıp “sinüzit dediğinde bu bile montajdır. Foucault’nun “Bu Bir Pipo Değildir” kitabında yaptığı da budur, var olan şey aslında monte edilen şeydir. Bir şey hiçbir zaman görüldüğü şey gibi algılatılmaz çünkü bir yargıç için hapishane cezalandırma kurumu değildir: Hep bir iki yüzlülük hâkimdir, çünkü modern toplumun bir monte edeni ve doğrulayıcısı vardır. Böyle bir ortamda sinemada montajdır ve montaj düşündüren, fikirsel imajları tasnif etmede ve düşünen bir sinema tahayyülünde önemli bir yere sahiptir.

 

Ulus Baker’in en çok üzerinde durduğu konulardan birisi de “toplumsal tiplerdir. Simmel’e göre toplumsal tipin tanımlanmış olması için bir vakıf ya da kurum tarafından belirlenmiş olması gerekir. Örneğin; “yoksul” bir toplumsal tiptir ancak onun bir tip olarak varlığı herhangi bir kurum tarafından tanımlanmasıyla olur. Mesela bir vakfın yardımıyla gündeme geldikten sonra biz onları yoksul olarak tanımlarız. Ulus Baker son dönemde toplumsal tiplerin belirsizleştiğinden bahseder “Toplumsal tipler sadece günümüzde kanaatperverliğe dayalı olan toplum bilimlerinde değil aynı zamanda edebiyat ve sinema gibi diğer alanlarda da ortadan kalkmıştır?” Baker’in bu sorusunun yanıtı aslında toplumsal tiplerin yok olmadıklarıdır. Çünkü ona göre on dokuzuncu yüz yıl boyunca Foucault gibi isimler kendi toplumsal tiplerini yaratabilmişlerdir ki Foucault’nun “teklikeli bireyi” bir toplumsal tiptir. Toplumsal tipler sinemanın da üzerinde durması gereken bir sorundur çünkü bir şeyin var olması için tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Balzac’tan itibaren roman bunu gerçekleştirebilmiştir ve sinemanın da buna ihtiyacı vardır. Toplumsal tiplerin karikatirüstik mevcudiyetinden çok görsel olarak derin bir temsiline ihtiyaç vardır. Çünkü Ulus Baker sinema üzerine felsefesi; silik, kitle kültürü içerisinde gözden kaybolmuş sinema tipleri üzerinedir: Görülür, geçilir, üzerinde düşünülmez ve ona göre bu bir sorundur. Toplumsal tiplerin kanaatlerin ötesinde bir tanımlanmaya ve sinema tarafından görselleştirilmeye ihtiyacı vardır. Ve belki de bu durum sinemayı bir kitle sanatı olmaktan çıkaracaktır. Çünkü film “kitlelerin beyinlerini etkileyebilen ve onlara eylem istemi hissi verebilen türde etkili bir ortamdır.”

 

Ulus Baker sinemanın doğumundan itibaren bir yanılsama içinde olduğundan ve hak ettiği yerde olamadığından yakınır. Böylesine önemli olan sinematografik anlatım ne yazık ki Baker’ e göre büyük sinemacıların çabalarına rağmen başarısız olmuştur. Çünkü düşündüren imajlarını yaratamamış ve yerini “televizüel imaja” kaptırmıştır ki bu imajlar “manipüle imajlardır, böylesi bir manipülasyon olup bitenlerin tek taraflı manipülasyonu olan imajlardır; haberler, showlar ve televizyon panelleri”. Ve bu durumun sinemaya getirisi kitle kültürüdür, öyle ki sinema günümüzde bir tür kitle toplumuna sahiptir. Kimileri içinse yalnızca bir eğlence endüstrisidir. Günümüzde bir filmin estetik ve sanatsal yönünü, yüzeysel, popüler eğlence rolünden ayırabilmek oldukça güçleşmiştir. Baker’e göre “Teknoloji şimdi enerji, plastik, elektrik gibi bazı gizemli şeyleri üretebildiği kadar teknolojik değildir. Şehir manzaraları, tıpkı elektrik plantasyonları gibi imal edilmektedir. Günümüzde iş, sinema ve özellikle televizyonun imajı hemen hemen aynı şekilde imal edilmeye varmıştır.” Günümüzde her şeyin bir imalat mantığıyla hareket edildiğini düşünmek yanıltıcı olmayacaktır ancak imal edilen şey yaşamsal gerçekliğimizin taklididir. Yani bizden uzaktır ve siliktir. Aynı zamanda imal edilen şey birbirine benzer fabrika üretimi gibi tek tiptir. Tıpkı Hollywood veya Yeşilçam sinemasının toplumsal tipleri gibi ȃşıklar aynı duyguda, zenginler aynı zenginliktedir. Ancak sinemanın imajı televizüel imajdan farklı olmalıdır; en baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi sinematografik imaj ya da toplumsal tip düşündürmeli, izleyici üzerinde iz bırakmalıdır, bir film izlendikten sonra izleyici de bir duygu olarak düşündüren bir imaj olarak var olmalıdır.

 

Sinemanın önündeki en büyük engellerden birisi de kuşkusuz medyadır. Çünkü medya bize olaylarımızı kaybettirir dolayısıyla düşünmeyi de kaybederiz çünkü düşünmek aynı zamanda üzerine düşünülecek bir olaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle Baker “Dolaylı Eylem” adlı kitabında yeni bir olay bulmanın gerekliliğinden bahseder ve bu olay anti-medyatik bir olay olmalıdır. Çünkü anti-medyatik bir düşünce ile olayın ne olduğunu kurgulamanın gerekliliği vardır. Medya istediğini istediği gibi anlatır, karşı medya ona sesini duyurmaya çalışır yani kendini onun varlığıyla var eder. Sinema için olayı düşündüğümüzde ise yine Ulus Baker’in sinema fikriyle orantılı olarak anlamlandırdığımızda medyatik olmaktan çok düşündüren hatta “düşünmeye zorlayan” bir olay kurgusuna sahip bir sinema kavrayışından söz etmek gerekmektedir. Medyatik olay yüzeysel bir fikirselliğe sahiptir, yanlı bir bakış açısı vardır. Oysa düşünen bir sinema daha önce vurguladığımız gibi farklı bakış açıları oluşturabilmeli ve tek bir film farklı bakış açıları ve farklı düşünmeler anlamına gelmelidir. Sinematografik anlamda bir olaydan bahsederken de bunların göz önüne alınması gerekmektedir. Çünkü film de felsefe gibidir Baker’in deyimiyle, “felsefeyi bir hakikati söylemek için değil, asla ulaşamayacağımızı anladığımız hakikate nazarlar ve bakış açıları fırlatmak için yaptığımız gibi ‘film olayı’ esasında bir farklı bakış açıları sunmaya gelir dayanır.”

 

Ulus Baker’in sinema görüşü felsefidir düşünmeye, duygulanmaya, farklı bakış açıları sunmaya meyleder. Bir tek film vardır ancak tek tek pek çok birey vardır, bir film tek tek çoğalabildiği ve düşündürebildiği sürece var olur amaç da bu olmalıdır. Sinema önemlidir çünkü “imajlar çağı” adı verilen bir çağda yaşıyorsak, her nesil bizden daha çok izliyor daha az okuyorsa, o zaman düşünmenin ve düşündürmenin yeni yolu belki de sinema olmalıdır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi sinema belirsiz bir ortama doğmuştur; kültür endüstrisi, kitle kültürü, televizüel imaj sinemayı olumsuz etkilemektedir. Bu aşılabilir, çünkü Ulus Baker’in o çok sevdiğimiz, bizi oldukça düşündüren cümlesi gibi “ Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberleri daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar ve asıl önemlisi akşamları gök gürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton ancak oldukça realist.” Yaşamlarımız ve filmlerimiz bizim için kurgulanan imajlar olmaktan çıktığında, sinema bizim için kurgulanmış olmaktan çok kurgusunu bize bakış açıları sunmaya yönelttiğinde ve en önemlisi televizüel imajların ötesinde “gök gürültülü sürpriz programlar” sunabildiğinde bir sinemadan bahsedebiliriz, modern toplumun montajlı, düzenlenmiş, kurgulanmış, imal edilmiş bireyleri olarak bizler bu montajın dışında bakış açıları sunan, düşündüren bir sinemanın varlığından oldukça beslenebiliriz. Ve Ulus Baker’in sinema düşüncesi bize bu konuda daha çok yol gösterebilir.

 

Kaynakça

Baker, U., (2010) Kanaatlerden İmajlara “Duygular Sosyolojisine Doğru”, İstanbul: Birikim Yayınları.

Baker, U., (2011) Beyin Ekranı, (Der. Ege Baransel), İstanbul: Birikim Yayınları.

Baker, U., (2012) Dolaylı Eylem, (Der. Ege Baransel), İstanbul: Birikim Yayınları.

İnternet Kaynakları:

http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?ulus_baker