Friday, June 20, 2014
Sinemanın Gerçekliğiyle Kış Uykusu’na Bakmak
Haydar Taştan
Sinemanın bir sanat olup olmadığı yıllardır süregelen bir tartışmadır. Gerçekliği; “ışık, ayna, perde” aracılığıyla bir görselliğe dönüştüren fotoğrafın keşfi ile sinemanın da ilk arayışları bir biçime başlamış olur. Hareketsiz fotoğraf karelerinin birleştirilmesiyle ilk örnekleri oluşan sinemanın bugün geldiği nokta düşünüldüğünde teknik açıdan çok hızlı bir ilerleme kaydettiği görülebilir. Bu ilerlemenin skalasını; negatifli banyolardan terabaytlarca görüntülere, siyah beyaz başyapıtlardan bol aksiyonlu filmlere, sessiz Chaplin filmlerinden üç boyutlu Hollywood filmlerine doğru oluşturursak, yeni dönem filmlerini sinematografik imgeleri yüksek bir romandan sanatsal açıdan daha yoksun görmemiz kaçınılmazdır.
Sinemanın salt gerçekle olan ilişkisinden yola çıkarsak her anlatım biçimi doğrudan mekanik bir kayıttan ibaret değildir. Işığın kullanım şekli, kamera açısı, montajda yapılan kesmeler veya yönetmenin çekim sırasında uyguladığı özel etkiler kişinin yaratıcılığıyla doğrudan ilişkilidir. Örneğin, su birikintisinde uzanan bir adam ve koşarak kendisine yaklaşan siyah bir köpeğe Tarkovsky’nin penceresinden bakmak sanatsal bir ana tanıklık etmek gibidir.
Sanatı kısaca ve en genel biçimiyle, yaratıcılığın ifadesi veya dışa vurumu olarak düşünürsek; fotoğrafın ve dram sanatlarının çocuğu diyebileceğimiz sinema, gerek çekim esnasında yaratılan etkiyle gerek olay örgüsünün, karakter gelişiminin yani senaryonun oluşma süreciyle yönetmenin yaratıcılığıyla özdeşleşmektedir. Bu bağlamda sinema bir sanat dalıdır diyebiliriz. Fakat sinemanın, ilk sanat örnekleri olan resim, heykel, müzik gibi alanlardan ziyade sanat olup olmadığı tartışmasına daha açık olması, Adorno’nun kavramlaştırdığı biçimiyle kültür endüstrisiyle çok yakından ilişkilidir. Endüstri ürünlerinin süreç ilerledikçe insan hayatının elzem parçaları olmasıyla ve kültür ürünlerinin de metalaşmasıyla devam eden bu ekonomik sistemin kuşkusuz sinemaya olan ilgisi de gecikmemiştir. Başta Hollywood olmak üzere büyük yapımcıların daha çok para kazanma isteğiyle konumunu gün geçtikçe daha da güçlendirdiği sinema sanatı, sanat’lığını arka cebine koyup endüstri’yi yanına almıştır. Televizyonlarda izlenilen basit magazin programlarında yönetmenlerle yapılan röportajlarda bile görülebilen “Sinema Endüstrisi” kavramı kanıksanarak içselleştirilmektedir. Artık sinema filmlerinin temel gayesi sanatsal bir ifade olmaktan ziyade büyük paralar kazanmanın en önemli yolu olmuştur.
Sinemanın sanatsal içerik bakımından güçlü olmasını beklemek veyahut kapitalist sisteme tamamı ile angaje olmuş sinema endüstrisinin bir buçuk saatlik beyin yıkama seansına ‘film’ adını verdiği kurmaca görüntüleri yetersiz bulma, entelektüel bir kibirden çok hayatın her alanında olduğu gibi sinemada da sistemin karşısında güçlü bir duruştur. Sanatsal diyebileceğimiz filmlerin herhangi bir konuşmada bahsi geçtiğinde tekrarlanan; “Çok uzun… Öylece konuşmadan on dakika boyunca bakışıyorlar… Uzun bir yolda kilometrelerce yürüyor, biz de izliyoruz…” klişelerini bilirsiniz. Minimalist sinemanın somut örnekleri olan; uzun çekimler, kameranın statik oluşu, diyalogların azlığı ve olaydan çok duruma yönelme izleyiciyi elbet sıkabilir ama bilinmelidir ki filmi çeken yönetmenin amacı izleyiciyi eğlendirmek değildir. Yüzünü gerçekliğe dönen ve olanı en saf, en doğal ve en gösterişten uzak bir biçimde ifade etmeyi amaçlayan bu tarz yönetmenlerin gişe kaygısı olmaması yaratıcılıklarını da engellemez. Oysa ki büyük bütçelerle çekilen filmlerin hasılatının da büyük olması beklenir. Bu gayede, yönetmenin filmi iki buçuk saate sığdırması beklenemez. Çünkü bir izleyicinin güçlü efektlerle, bol aksiyonla, hızlı kesmelerle algısının yönetilmesi ve salondan çıktığında film için “İşte gerçek aşk böyle olmalı…” demesi için en fazla bir buçuk saat yeterlidir. Bunun için kısa sürede çok iş yapmak gerekir. ‘Çok iş’ sinema endüstrisi için dev platolar, modifiyeli araçlar, ‘baby face’ kadınlar, “Beverly Hills” evleri ve hızlı yaşanan olaylar bütünüdür.
Gerçeklikten bu denli uzak Hollywood yapımlarının abartıldığı düşünüle de bilir. Fakat ülkemiz sinema endüstrisinin de bundan pek farkı yoktur. Bayağı aşk hikayeleri, şoven milliyetçi tarihten gericilik güzellemeleri ya da küfürlü konuşmanın komedi sayıldığı filmler ülkemizdeki gişe rekortmenleridir. Kuşkusuz haftanın altı günü çalışıp Pazar günü izin yapan bir babanın, haftasonu eşini ve çocuğunu alıp sinemaya gittiğinde “Recep İvedik” ya da “Hızlı ve Öfkeli” izlemesi yadırganmamalıdır. Çünkü bu profildeki insan altı gün boyunca yorulmuş ve dinlendiği gün sinemadan çıktığında kendini rahatlamış hissetmek ve eğlenmek ister. Uzun sekanslarda düşünmek, karakterler üzerinde analiz yapmak ya da geçişlerde alt metin, alegorik anlatım aramak istemez. Bundandır ki Recep İvedik’i 7 Milyona yakın kişi izlerken, Nuri Bilge Ceylan Cannes’da Altın Palmiye alan Kış Uykusu filmiyle ilk kez bu kadar konuşulmaktadır. Sıradan insanların, sıradan hikayelerini etkileyici görsel karelerde anlatan NBC’nin minimalist öğelerle dolu sineması bir entelektüel tepeden bakıcılığıyla sevilmek zorunda kuşkusuz değil. Fakat şu da bir gerçek ki, endüstriyel sinemanın karşısına bir set çekmenin en güçlü adı ülkemizde Nuri Bilge Ceylan.
Kış Uykusu filmiyle destansı bir anlatım yapan Nuri Bilge, üç saat on altı dakikalık başyapıtında üç kent soylusunun Kapadokya’daki otellerinde geçirdiği uzun bir kış dönemini sunuyor. Filmde, yoksul köylülerin ayak kokusundan rahatsız olan, kiracılarına haciz getirten Aydın Bey bir anlamda Türk burjuvazisine ayna tutarken, entelektüel kardeşi Necla ve kendisinden yaş olarak çokça büyük Aydın Bey’le evlenerek hayatını otele sıkıştıran Nihal’in yaşantıları ve iç hesaplaşmalarının incelikli bir eleştirisi yapılıyor. Önceki filmlerine nazaran Kış Uykusu’ndaki uzun diyaloglar Çehov ve Shakespeare alıntılarıyla eğreti durmadığı gibi, düşünmenin ve sorgulamanın etkileyici bir örneği oluyor. Teknik açıdan kusursuz sayılabilecek film eşsiz panaromik görüntülerle sanatsal bir fotoğraf albümünü anımsatırken, Bergman’ın, Tarkovsky’nin, Angelopoulos’un sinemasının yanına Nuri Bilge sinemasını da eklememizi sağlıyor…
Kapitalist sistem, bireyin sinemayla olan ilişkisini haftada bir günle -o da bilete verebilecek parası varsa- sinema salonunda tüketim filmlerine sıkıştırırken bir şeylerin değişmesi gerekiyor. İzleyicide düşünmenin, sorgulamanın, yönetmende ise yaratıcılığın önüne set çeken sinema endüstrisine itiraz etmek için bolca sebeplerimiz var.
Unutmayın, sanatı, entelektüel kibirli sanatçılardan da, duygunun yerine para koyanlardan da kurtarmak hayatla bir dert edinme biçimidir.
Ve bir not… Angelopoulos’u sevin.