Asıl adı
Michel Dahmani olan Tony Gatlif, 1948 yılında Cezayir de doğdu. Çinge
bir ailenin çocuğu olan Gatlif 1960 yılında Fransa’ya geldi ve 1466’da
aktör Michel Simon ile tanıştı. Michel Simon ile tanışması sinema
kariyerine giden yolu da açtı aynı zaman da. Bir süre piyesler de rol
aldı ve 1975 yılında La Tête en ruine filmi ile ilk yönetmenlik
koltuğuna oturdu. Yönetmen, yapımcı, müzisyen, senarist, aktör gibi pek
çok unvana sahip olan sanatçı hayatını şu dizeler ile ifade eder:
“18 yaşına kadar tam bir serseriydim. 13 yaşında doğduğum topraklardan
kaçıp Marsilya üzerinden Paris’e gelmiştim. Uyumak için girdiğim
sinemalarda Godard’ın ‘Serseri Aşıklar’ filmi ve Martial Solal’in
müziğine çarpıldım. Bir de (1966’da) ‘Sulardan Kurtarılan Boudu’da
görüp, serkeş rolüne hayran kaldığım sinema ve tiyatro sanatçısı Michel
Simon’u oynadığı bir tiyatrodan çıkarken yakalayıp akıl danıştım.
Tavsiyesiyle süründüğüm ıslahhanelerden Simon’un ajanının yönlendirmesi
ve bir doktorun tanıştırdığı tiyatro hocası Jacqueline Jabbour sayesinde
hayatım kurtuldu. Okuma yazma öğrenmezden önce tiyatro okulunun
sınavını geçebilmek için Apollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’ şiirini sesli
dinleyerek ezberledim. Bütün öğrenciler sabun kokardı, ben bir
tuhaf.Othello’nun provalarında karşımdaki kızcağızı o kadar korkutmuşum
ki, gerçekten boğazlayacağım diye kaçıp yatağın altına saklanmış.”
Tony Gatlif’in filmlerinin konusunu sürekli
göç etmek zorunda kalan ya da göç ettirilen çingeneler üzerine
kuruludur. Belgesel tadında izlediğimiz filmlerin bir başka yönü de
adeta müzikal bir tiyatro özelliğini bize sunmasıdır. Filmlerinde
kullanılan müziklerden de kendinden bahsettiren Gatlif, Latcho Drom,
Gadjo Dilo, Vengo, Swing adlı filmlerinin de bestecisi olmuştur.
Filmlerinde uzunca yollarda yolculuk yapan çingenelerin yaşamlarından
kesitler bulmak mümkün. Çingenelerin sıcak ve samimi yaşamlarını bize
verirken göçebelik kavramını zihnimize yerleştirir. Sürekli göç etmek
zorunda kalan bu halkın dramı bizleri sarsarken aralara yerleştirdiği
soundtracklar ile adeta sarsılmamıza yol açar. Genelde filmlerinde
hayatın zorluklarına göğüs geren, güçlü, cesur, gezgin kadınlar
karşımıza çıkar.
Godjo Dilo ( Çılgın yabancı, 1977) filminde,
bilinmeyen bir şarkıcıyı bulmak Romanya’ya tuhaf bir seyahat yapmakta
olan Fransız Stephane’yi anlatır. Aradığı şarkıcıyla ilgili tek ipucu
elinde bulunan kasetin üzerindeki isimdir. Babasından kalan manevi bir
değere sahip olan kasetin sahibini bulmak için çıktığı yolda uğradığı
bir köyde tutkulu karakteri, duygusallığı, deli dolu cesur Sabina ile
tanışır. Böylelikle kendini tutkulu bir aşkın içerisinde bulur. Film
sahnelerinde Sabina’nın dışarıdaki çadır içerisinde banyo yaptığı karede
bir çingene kızı tüm doğallığıyla karşımıza çıkar. Stephane’nin ses
kaydı yaptığı bir mekânda çingene müziğinin büyüsüne kendine kaptıran
Sabina’nın dansı, yine filmin en güzel sahneleri arasındadır. Aşk,
hayaller, dram üzerine kurulu Godjo Dilo’da çingenelerin zorla göçüne
tanık oluruz ve film tüm yaşanmışlığıyla içimize nüfuz eder. İstanbul
Film Festivali’nde yıllar önce gösterilen film Türk seyircisi tarafından
da oldukça beğeni toplamıştır.
Gadjo-Dilo
Belki de tutkulu bir kadının yol hikâyesini
en iyi şekilde anlatan Transylvania filmine de değinmek gerekir. Birol
Ünal’ında yer aldığı filmde, sevdiği adam için yollara düşen Zingarina
karakteri karşımıza çıkar. Tek istediği sevdiği adamı bulup ona kavuşup
onu sınırsızca yaşamaktır. Bizleri adeta görselliğiyle etkisine alan
Pagan festivali sırasında, sevdiği adam olan Milan ile karşılaşır ve
aşkına karşılık bulmaz Zingarina. Bunun üzerine kendini yolların
sonsuzluğun bırakır. Aşkın acısını tüm bedenin de hisseder ve adeta
aklını kaçırmış bir kadın gibi kendini bilinmez Transylvania yollarında
kaybeder. Fakat bir gün kendisi gibi sınır tanımayan, kendisi gibi özgür
ruhlu olan Çango ile karşılaşır ve birlikte hiç tahmin edemeyeceği
ilginç bir yaşamın içerisinde bulur ve tam bir çingene kadını gibi
yaşamaya başlar. Transylvania 2006 Cannes Film Festivali’nde gösterilmiş
ve oldukça beğeni toplamıştır.
Transylvania
İspanya’nın Endülüs topraklarında aileler
arası bir intikam kavgasını anlatan Vengo (2000) filminde ise, yakışıklı
toplumun içinde saygı duyulan güçlü bir adam olan Caco’nun kaybettiği
kızı sonrası yaşadıklarını anlatır. Evlat acısını engelli yeğeni
Dieoga’yla ilgilenerek teselli etmeye çalışan Caco, kızının acısına
fazla dayanamaz ve kedini ölümüne yürür. Film, İspanya’nın Katalan
flamenkocularından, Endülüs Araplarının def ve ney şölenine kadar iç
yakan müzikleriyle başka bir dünyaya götürür bizi. Hele ki Caco’nun
kendi canından vaz geçtiği sahne de İspanyol çingenesi olan, o buğulu
sesiyle Silva Pisa’nın Naci En Alamo şarkısı yükselir ve gözlerimizdeki
yaşa engel olamayız. Film 2001 yılında İstanbul film festivalinde
gösterilmiş ve Jüri özel ödülü almıştır. Yine aynı yıl Fransa’da César
Ödülü’ne layık görülmüştür.
Vengo
Latcho Drom (İyi Yolculuklar,1993) da Tony
Gatlif’in görsel olarak büyüleyici tarihsel anlatımıyla karşılaşırız.
Film dil ve kültür farklılıklarını aşarak, Hindistan, Mısır, Türkiye,
Romanya, Macaristan, Slovakya, Fransa ve İspanya’nın topraklarında
geçer. Çingenelerin göçebe kültürleri üzerinden müzikal bir şölene
sürüklendiğimiz filmde, insanlar için müzik ve dansın ruhun gıdası
olduğu bir kez daha kanıtlanır. Bu insanlar acılarını, tutkularını,
sevinçlerini müzik ve dans ile dile getirirler. Film bizlere aile,
ayrılık, yolculuk, sevgi, zulüm ve kültürel değerler hakkında bilgi
verir. Dramatik çingene müzikleri yine filmin sarsıcı anlarındandır.
Exils(Sürgündekiler, 2004) de özgürlüğü,
yolları, coğrafyaları karşımız çıkarır sanatçı. Gatlif, iki genç
Parisli’ye, Zano ve Naima’ya Fransa’yı boydan boya geçip İspanya yoluyla
Cezayir’e gidişlerinde Zano’nun ailesinin yıllar önce geçtikleri yolu
bu kez tersten izlerlerken eşlik ediyor. İki arkadaş, müzikle iki
diyarın şiirini kavuştururken kimliklerini ve dünya üzerindeki yerlerini
yeniden belirlerler. Yolda olmanın ve yol almanın baştan çıkarıcı
büyüsünü tensel arzular ve kimlik arayışıyla harmanlayan Sürgündekiler,
Tony Gatlif’e 2004 yılında Cannes’da ilk ödülünü kazandıran filmdir.
Exils
2008 İstanbul Film Festivali davetlisi
olarak Türkiye’ye gelen Gatlif, Sulukule’yi de ziyaret etmiş ve bir
söyleşisinde İstanbul İçin şu ifadeler de bulunmuştur. “Kültür başkenti
demek! Bu çok iyi bir şey ama bana hep yaptıkları yüksel kuleleri
gösteriyorlar. Kültürden söz ettiklerinde kastettikleri “Money”.
Mahalleri, yeşil alanları korumak gibi dertleri yok. Büyük binalardan,
alışveriş merkezlerinden, lalelerden bahsediyorlar hep. Bunlar “kültürün
başkenti” anlamına gelmiyor ki, “kapitalizmin başkenti” anlamına
geliyor. Bütün dünyada Romanların, Çingenelerin kültürlerini
yaşatabilmek için elinden geleni yapan Gatlif, Fransa’daki yaşananlarla
ilgili olarak da “Nicolas Sarkozy 2010’da Grenoble yaptığı konuşmada
Romanlara, göçebelere, daha da genelde yabancılara savaş açmıştı.
Yıkılmıştım. 30 yıllık sinemacı hayatım tümüyle boşa gitmişti. Her şeyi
‘rate’etmiştim. Romanların Soykırımı’nı dahi tanıttıramamıştım. Savaşta
(2. Dünya Savaşı) 500 bin Roman yok edilmiş, çok sayıda Roman Fransa’da
1946’ya kadar Toplama kamplarında yaşamak zorunda kalmıştı. Avrupa
yeniden bir cinayet ve ayrımcılık çılgınlığına gömülüyordu. Sinema
yapmak ne işe yarıyordu?” diye sitemini dile getiriyordu.
Çingene filmleri denince akla Emir Kusturica
gelse de, bence onların yüreğine en çok dokunan Tony Gatlif’tir. “Benim
hoşuma giden, duygular, yola düşmek, keşifler…Benim için sinema
insanları yolculuğa çıkarmaktır, ama organize olmayan bir yolculuğa.”