Tuesday, August 13, 2013

Sınıf sınıf 'cehennem'

"Elysium: Yeni Cennet'in vizyona girmesini vesile ederek 'gelecekte sınıf halleri' temalı filmleri hatırlatalım dedik.
Sınıf sınıf 'cehennem'
Haber: ERMAN ATA UNCU - erman.uncu@radikal.com.tr , ütopyalara resti çekeli bayağı bir zaman oldu. Bizi gelecekte güzel günlerin beklediğine dair bir filmi en son ne zaman seyretmiştik, hatırlamak zor. Tabii karanlığın aydınlığa göre çok daha sinematografik olduğu gerçeğini de bir kenara koymamalı. Ancak insanın, elindeki teknolojiyi artık zapturapt altına alamadığı savından yola çıkan distopik hikâyeler, tam da bu teknolojinin ürünü sinemayla el ele ilerliyorsa, her sezon yeni bir distopik hikâyeye denk geliyorsak, burada tesadüften ya da ‘güzel resim verme arzusundan’ daha farklı bir şeyler olduğu gerçeğini de yadsımamalı...
Karanlık ara sokaklar, kasvetli kentler, kötücül insanlar işin sadece görünen kısmı. Bir distopya, layıkıyla distopik olmayı, karamsarlığının ciddiye alınmasını istiyorsa basacağı sağlam bir zemin de olmak durumunda... Hikâye ve atmosfer konusunda ne kadar uçarsa uçsun...
Neil Blomkampf’ın bu hafta gösterime giren ‘Elysium:Yeni Cennet’inin ateşleyici motoru da sınıf çatışması. Bu vesileyle sınıf meselesini bile isteye hikâyesinin merkezine yerleştiren distopyaları hatırlayalım dedik. Takdir edersiniz ki kallavi bir doktora tezine layık böylesi bir konuya ancak vuruş noktalarıyla değinebiliyoruz. Liste dışında bıraktığımız filmler için şimdiden özür diliyoruz.
Metropolis
Sinema tarihinin ilk uzun metrajlı bilimkurgusu, Fritz Lang klasiği... Breughel’in ‘Babil Kulesi’nden esinlenen yapım tasarımıyla, sinema tarihinin ilk cyborg’unu yaratmasıyla, devasa setleriyle ve yılan hikâyesine dönen çekim, gösterim hikayesiyle ‘Metropolis’ muhtemelen ilk gösterime girdiği dönemdeki etkisini koruyan ender filmlerden. ‘Über’ teknolojik bir kulenin tepesinde ayrıcalıklı sınıfın, alt katlarda ise makineleri çalıştıran işçi sınıfının olduğu ‘Metropolis’ kurgusunu zamanında ‘naif’ diye nitelendirenlerin sayısı da hiç az değil. Filmin işçilerle patronları “elle beyni kalp birleştirir” yazısı eşliğinde barıştıran finalinin faşist imalarına tepki gösterenler arasında daha sonra yaratıcısı Fritz Lang bile yer aldı. Ancak tüm bunlar, sinemada distopya türünü büyük oranda ‘Metropolis’e borçlu olduğumu gerçeğini de değiştirmiyor.
Blade Runner
‘Sinema ve Sosyoloji’ dersi... Hocamız Tül Akbal Süalp... Sinema ve Marksizm konusuna gelindiğinde neredeyse her ders örnek verdiği tek bir film var: Ridley Scott’ın ‘Blade Runner’ı. Karanlığını 1940’ların film-noir’ından, ‘android-sel’ hezeyanlarını ucu Frankenstein’a kadar giden geniş bir korku külliyatından ödünç alan ‘Blade Runner’ distopik öngörüsünü de ileride sınıf sisteminin daha da kemikleşecek olmasına bağlar. 2019 Los Angeles’ında yönetici sınıf piramidin tepesinde, yağmurdan ve kasvetten muaf mekânlarında yaşarken, proleterya şehrin diplerinde bir keşmekeşte yaşam savaşı verir. Bu arada piramit tepesindeki dev ekranlardan hi-tech reklamların dönüp durması da dikkatten kaçmaz. Ancak en vurucusu android olduklarının farkında olmayan android’lerin bunalımları, Marksist jargona hâkim zihinlerde ‘yabancılaşma’ diye bir zilin çalıp durmasına vesile olur.
Gattaca
Distopyaların sınıf çatışması meselesine bir katkısı da farklı alanları işin içine katması... Misal, genetik mühendisliği... İleride gen ‘düzgünlüğünün’ sınıf atlamada kilit konumunda olmayacağını kim iddia edebilir? Andrew Niccol, bu gayet şairane, hüzünlü - ve kariyerinin en iyi - filminde distopyasını bu fikir üzerine kuruyor. 1960’ların modernist bir mimarının rüyalarından çıkmış gibi duran Gattaca şirketinde, genetiği doğuştan ayarlananlarla normal doğumlular arasında keskin bir sınıf ayrımı var. Ve astronot olabilmek de haliyle ilk sınıfın hakkı. Ethan Hawke’un alametifarikası olan şaşkın halleri, uzaya gidebilmek için genleri düzgün bir astronotun kimliğini ödünç alan hademe rolü için ideal.
Demolition Man
İlk bakışta, çizgi filmlerden fırlamış kadar karton karakterleri, hayli aydınlık atmosferiyle ‘Demolition Man’i distopyalar arasına sokmakta tereddüt edilebilir. Ne var ki bir distopya klasiği yeraltı - yerüstü ayrımı burada da mevcut. Yerüstünde barışçıl bir hayalin içinde yaşadıklarını düşünen ayrıcalıklı sınıf, yeraltında direnişe hazırlanan ve ‘Büyük Birader’ dışında kimsenin farkında olmadığı ezilen sınıf. Olay 2032 San Angeles’ında (San Francisco ve Los Angeles karışımı) ‘yıkım adamı’ Sylvester Stallone’nin dondurulduğu uykudan uyandırılması ve akranı kötü adam Wesley Snipes’ın peşinden gitmesi üzerine. Video sanatçısı Marco Brambilla’nın bile isteye kurduğu karton atmosfer zamanında çok eleştirildiyse de belki yeni bir gözle tekrar seyredildiğinde cevher barındırıyor olabilir.
Hunger Games
Geçen sene beyazperde ‘Alacakaranlık’ gibi bakirelik ekseninde gelişen bir ‘masumiyet’ propagandasını değil, sınıf çatışmasını mesele edinen bir genç kadın fenomenini ‘Açlık Oyunları’nı kazandı. Suzanne Collins’in aynı addaki çoksatan serisinden uyarlanan (ve devamı da yakında gelecek) ‘Açlık Oyunları’, reality - şovlarla uyutulan kitle ve Roma İmparatorluğu’ndan miras ayrıcalıklı sınıf arasındaki çatışmayı konu alırken, bol bol Eisenstein çalışıldığı belli direniş sahneleriyle kendini benzerlerinden ayırdı.