Monday, July 22, 2013

Yarı 'Yolda' kalmak...


Fatih Özgüven


'Yolda' biraz müşkül bir film; Yılmaz Güney'le ilgili olduğu halde Yılmaz Güney'in adını 'hem anan hem anmayan ya da anamayan' bir film çünkü. Erden Kıral'ın filmi, daha afişinde 'Yılmaz Güney'in anısına' olduğunu beyan ediyor ama filmde genellikle 'Yılmaz' diye hitap edilen yönetmenin çevresindeki herkesin ismini değiştirip, coğrafyayı bulanık bırakarak da başka bir yol tutturuyor, bir ara yol. Kıral, 'hikâyenin yaşanmışlığı var, ama ben yaşanmışlığı biraz eğdim, büktüm,' diyesiymiş. Yani; Yılmaz Güney'e benzetmemiz gereken efsane bir yönetmenle Erden Kıral olduğunu çıkarsamamız gereken genç bir yönetmen, 'Yol' filmi olduğunu anlamamız gereken filmin çekimi sırasında bir güç çatışması yaşarlar. Dönemin 12 Eylül'ün hemen sonrası olduğunu, filmdeki cezaevinden cezaevine naklin Güney'in kaçışıyla sonuçlanacağını çıkarsamalı, Güney tarafından hapishaneden denetlenen 'Yol' filminin önce Kıral'a emanet edildiğini, sonra ondan alınıp Şerif Gören'e verildiğini de hatırlamalıyız.
Bu '-meli', '-malı'lar kısmen mecburiyetten. Türkiye'de birileri 'içindeki ağır taşı söküp atmak' istediğinde tamamen serbest olamıyor, belki de her yerde olduğundan daha çok dolambaca başvurmak zorunda kalıyor. 'Yolda'da bu mecburiyetin gölgesi var. Filmin temel paradoksu, yani genç yönetmenin kırılan gururu konusunda hem gücenik hem de ketum olması belki de bundan. Oyuncu Serdar Orçin bizi genel bir 'öfkesi'ye ikna etmese durum belki daha vahim olurdu. Ne olmuş neden olmuş, bunların dramatik anlarda iyice hamasileşen birkaç diyalogdan öte cevabı yok. Yaşlı yönetmenin çevresindekilerin yaklaşımı nedir, mesela kardeşi bu yolculuğa neden genç yönetmeni de dahil etmiştir ya da karısı 'dalların gölgesi altında kalanlardan' bahsederken ne demek ister? Bilmiyoruz.
Öte yandan, gerçekten de bir yol filmi olan 'Yolda' özellikle kat'edilen coğrafyanın zamandışılığını vurguladığı yerlerde etkileyici.
Bu içinden geçilen köylere kasabalara, bu yol kenarı lokantalarına, bu idareci/ asabi/ ezik polis üçlüsüne bir zaman bulmak gereksiz sanki. Burada insanların 'psikolojileri' olamaz, burda hesaplaşmalar görece ve önemsizdir. Burası sadece bir 'yolda'dır, burada güneşin hükmü geçer... gibi. 'Yolda'nın Yılmaz Güney'e gerçekten de yakışan bu memleket filmi hali güzel. Ne yazık ki filmde sonuçta başka bir refleks devreye giriyor. Erden Kıral'ın 'Hakkâri'de Bir Mevsim' ya da 'Ayna' gibi bazı filmleri de
vardır ki bunlar bu topraklara ait tarihsel bir ezikliği bir nevi 'Anadolu sürrealizmi' kılığına sokmayı seçerler. Benzer biçimde, 'Yolda'nın sonunda da film kişilerinin bir nevi labirente dalıp o labirentte sembolik olarak kayboldukları bir sahne var ki filmi gerçekten 'kaybettiğimiz' nokta da işte orası. Efsane yönetmenin (ve imana getirdiği havarilerin?) bir İsa figürü halinde 'göğe ağışı' en azından emr-i vaki tadında olmuş.
Bütün bunlar, yönetmenin sislere bürünmüş bir yolculuktan bahsetmesi, hatta sis sahneleri göstermesi, söylenebileceklerin alanını aşmama mecburiyetine kılıf bulmaktan, bilemediniz ondan bir erdem çıkarmaktan öteye geçmiyor. 'Eh, Baba ile hesaplaşma filmi de bu kadar işte,' gibi olmuş 'Yolda'. Neyseki bir ara moda olan 'sanatçının sancılı yaratma süreci' tarzı sahte bir şey, bir 'Gece Yolculuğu' ya da "Av Zamanı' olmamış.
O da bir şeydir. 'Yolda'da gerçekten sevimsiz bulduğum ise, bütün bu 'miş gibi'ler arasında filmin başındaki küçücük bir sahnede Tezer Özlü Kıral'ın (Yelda Reynaud'nun hoş oyunuyla da olsa) bir 'deli eş' vinyetinde harcanıvermesi. Filmin 'miş gibi'lerinin şaşırtmacasına kapılıp da Tezer Özlü'sünü kaybetmek istemeyenlere duyurulur.