Sunday, October 14, 2012
Ercan Kesal: Cumartesi Anneleri Türkiye'nin Kocaman Bir Ayıbıdır
Altın Portakal ’da yarışan ‘Küf’ün başarılı açılış sahnesinde Ercan Kesal ve Muhammet Uzuner karşılıklı oturuyorlar. Biri polis, biri mağdur.”Bir Zamanlar Anadolu ’da”dan tanıdık olduğumuz bu yüzler, karakol, morg gibi soğukluğuna da aşina olduğumuz mekânlardalar. Ve işin içinde yine bir ceset var. Yine, bulunamayan bir ceset. Ancak, film açıldıkça “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan, oradaki muhtardan ve politik iklimden uzaklaşıyoruz. Kesal’in canlandırdığı Basri, 18 yıldır kayıp oğlunu arayan bir babanın çaresizliğini, çelişkisini vücuduna yerleştiriyor. Artık biliyoruz ki Kesal bu bakışları şans eseri yakalamıyor. Oynadığı her an, kendi geçmişinden damıtılarak sahnede can buluyor.
Radikal ’deki yazınızın bir bölümünde Cumartesi Annesi Fatma Morsümbül’ün, “Oğlumun kemiklerini bulsam omzumda taşıyacağım çünkü kokusunu çok özledim,” deyişini yazdınız. ‘Küf’teki, karakterinizin hissettikleri gibi… ‘Küf’ten sonra bu insan hikâyelerine ilginiz arttı mı?
‘Küf’le birlikte Cumartesi Anneleri ziyaretlerim sıklaştı ve bir parça utandım. Neden daha önce bu meseleyi yakından takip etmedim diye üzüldüm. O cümle çok ağırıma gitti. Oğlu Hüseyin Morsümbül halen bulunamadı. ‘Küf’ filmi bir saptama yaptı ve geri çekildi ama kayıplar devam ediyor. Bu, Türkiye’nin kocaman bir ayıbı ve o ayıbın üstünü örttüler.
Tayfun Pirselimoğlu, 2002’de ‘Hiçbiryerde’de, kayıp oğlunu arayan bir kadının hikâyesini anlatmıştı. Şimdi 2012’de, ‘Küf’ ile halen aynı konu canımızı acıtıyor. Hiç yol kat edemedik yani?
80’li yılların iklimi ile 90’lı ve 2000’li yılların iklimini karşılaştırdığımda, eskiden kartların daha açık olduğunu fark ediyorum. Ne olursa olsun bir hukuk sistemi vardı. Bir de sokaktaki insan, politikti. Müdahale ediyordu, sağdan ya da soldan, hangi taraftan olduğu da çok netti, samimiydi. Bugün ise dışarıdaki dünyayla bir ilgisi yokmuş, bu hayat onlara ait değilmiş gibi yaşıyor insanlar. Tuhaf bir sessizlik var. Bu daha korkutucu geliyor bana…
Geçmişiniz ve mesleğiniz olan doktorluk sayesinde engin bir insan gözlemine ve deneyimine sahipsiniz. ‘Küf’teki karaktere benzer bir adam tanıdınız mı?
Geçmişimde, bu karaktere benzer insanlarla tanıştım. Ama onların acısını bu kadar içeriden takip etme şansım olmadı. Cumartesi Anneleri’ni ziyaret ettim ve onların jestlerine, mimiklerine, birbirleriyle nasıl konuştuklarına baktım. Nasıl bir hayat sürdüklerine dair tahminlerim oyunculukta çok işime yaradı. Bende bıraktıkları duyguya yaslanarak yarattım karakteri. 18 yıldır oğlunu arayan bir adam, psikolojik olarak da çok katmanlı bir adamdır. Artık acısıyla yaşıyor. Karşısında soyut bir kavram, devlet var. Ekmeğini kaybetme korkusu var ve yalnız bir adam…
Gelelim çekimleri yeni biten Mahmut Fazıl Coşkun’un ‘Yozgat Blues’ filmine. Nasıl bir adam olarak karşımıza çıkacaksınız bu kez? Senaryoya desteğiniz oldu mu?
İstanbul ’da tutunamamış, Yozgat’a yolu düşmüş, Fransızca şarkılar söyleyen bir şarkıcıyı canlandırdım. Çekim süreci organik bir süreç, bazı yönetmenler sette filmin akışına, setin verdiği ilhama açıktır. O anda değişiklik yapabilirler. Mahmut Fazıl Coşkun da böyle birisi. Önerilerim oldu, onları dikkate aldı, oyuncu olarak, kendinizi koşulsuzca emanet edebileceğiniz bir yönetmen.
Sanırım bu son cümleyi Ali Aydın ve Nuri Bilge Ceylan için de kurarsınız. Peki bu üç yönetmenin setinde nasıl farklılıklar vardı?
Ben ‘Üç Maymun’ ve “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın senaristlerden biri olduğum için sette çok özgürdüm. Aklıma gelenleri o an paylaştım, birçoğunu da değerlendirdi. Nuri Bilge Ceylan setin verdiği ilhama açık biri… Üçünde de ortak olan bir şey oyuncularını dinlemeleri. Kendi bildiklerini okusalar da oyuncusunu dinleyen yönetmen aslında zenginleşmeye açık yönetmendir. “Ben iyi oynadım ama film kötü” denemez. Biz filmin bir parçasıyız.
Eşiniz Nazan Kesal sizdeki bu oyunculuk sevdasını nasıl yorumluyor?
Oyuncu refleksleri gösterdiğimi ve artık oyuncu olduğumu düşünüyor o. Ancak ben hâlâ profesyonel anlamda oyuncu endişesi taşımadığım kanaatindeyim. Oynamasam da hayatımda çok fazla bir şey değişmez. O yüzden rahatım. Ancak ben bir yandan da işimi yapıyorum, bir hastane işletiyorum, üniversiteye gidiyorum. Zamanı iyi değerlendirmek zorunda kaldığınızda aslında daha iyi üretiyorsunuz.
Türkiye sinemasında, ‘iyi senaryo’ sıkıntısı görüyorsanız, sizce bu sorunun kaynağı nedir?
1960’lı yılların sineması üzerine çok okudum. O dönemde onların vazgeçmediği nokta bizim insanımızı anlatmaktı. Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Peyami Safa’ya bakıyorlardı. Metin Erksan’a “Film yapsak neyi yaparız?” diye sorduğumda “Sait Faik!” derdi. Bu ülkenin senaristleri yeniden, ısrarlı bir biçimde edebiyata dönmeli. Meselenin olduğu yer halen oralarda. (Ceyda Aşar- radikal)