Burjuvazi'nin eli ayağı olmak...
Felçli bir aristokratla Afrika kökenli bakıcısının hikâyesini 'Can Dostum', hem trajik bir meseleye komediye yakın bir formatla yaklaşıyor hem de sınıfsal göndermeler yapıyor
CAN DOSTUM
Orijinal Adı: Intouchables
Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Oyuncular: François Cluzet, Ömer Sy, Anne Le Ny, Audrey Fleurot
Yapım: 2011- Fransa , 112 dk.
Son dönemlerde hayatı sabit bir yerden izlemek zorunda kalanların trajik hikâyelerini bize güzel ve bir o kadar da hüzünle atbaşı giden üç film hatırlatmıştı: ‘Konuş Onunla’, ‘İçimdeki Deniz’ ve de ‘Kelebek ve Dalgıç’… Her birinin de kahramanları için rutin gidişata tutunabilmek adına en önemli vasıf, kendi hayal güçleri ve inatları olduğu kadar işlerini görecek ‘bir başka el’di. Bugünden itibaren gösterime giren ‘Can Dostum’ (Intouchables) ise aynı sularda gezinirken, ihtiyaç sahibinden çok, ‘Bir başka el’i öne çıkarıyor. Ayrıca meseleyi de hüzünden çok komedinin sınırlarında dolaşan bir öyküyle sunuyor.
‘Can Dostum’, ‘Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir’ kategorisinde bir film. Bu ibarenin açılımı ise şöyle: Perde gerisindeki yaratıcılar Olivier Nakache ve Eric Toledano, 2004’te izledikleri ‘A la vie, a la mort’ adlı bir belgeselden ilham alıp ‘serbest nizam’ bir kurgusal uyarlamaya soyunuyorlar ve karşımıza ‘Can Dostum’ çıkıyor. Belgeselde felçli milyoner Philippe Pozzo di Borgo’yla kendisine bakan Arap asıllı Abdel arasındaki ilişki anlatılıyor(muş). ‘Can Dostum’da da aristokrat bir zengin olan felçli Philippe’le Senegal asıllı Driss arasındaki ‘hasta-bakıcı’ ilişkisi öykünün odağına oturuyor.
Nakache-Toledano ikilisi, senaryosunu da yazdıkyarı filmlerinde, iki ana arter üzerinden ilerliyorlar: Birincisi, öyküye hastanın psikolojisinden bakma yerine daha bir orta yerlerden yaklaşıyorlar ve bu kadraj, onlara hüzünden çok komediyle atbaşı gitmeleri imkânını sağlıyor. Phillippe, bakımı için başvuran onca diplomalı uzmandan çok Driss gibi ruhu serseri, kendi sınıfı için çok da uygun olmayan (hatta korkutucu olan) birini seçmesini de, akrabasına açıklarken, belki de öykünün en önemli yanına vurgu yapıyor: “Bana acımıyor.” Driss’in, Phillip’e içinden geldiği gibi (‘Entelektüel dil’le ifade edersek ‘Politically correct’ olmadan yani), kendi sınıfına ve özüne ihanet etmeden davranması, aradaki uçurumları bir anda kaldırıyor ve hikâyenin aristokrat kanadına da ‘yeni açılımlar’ sağlıyor.
Diğer arterde ise hem ‘Burjuvazinin gizemsiz sıkıcılığı’na hem de güncel politikvaziyetler’e göndermeler var. Driss, Phillippe’in bakıcılığını üstlendikten sonra sadece felçli zenginin değil, malikânede yaşayan ama sınıfsal çekincelerden dolayı gerçek kişiliklerinden çok teamüllere göre davranan ahalinin de hayatına zenginlik ve gerçeklik katıyor.
İşin bir de güncel yanı var; o da ikilinin birliktelikleri z ‘Beyaz Fransa ’yla ‘Öteki Fransa ’nın, ‘Ortak bir hayat kurulabilir mi?’ projelerine hizmet ediyor (Filmin çekildiği dönem,
ne de olsa ‘Sarkozy’nin Fransası’ydı). Driss’in geldiği yer, çok çocuklu, hayat standardının düşük, suç oranının ise son derece yüksek olduğu banliyöler (yani ‘La Haine’cilerin bölgesi). Zaten Senegalli bakıcının lavabodaki musluğu kardeşleri kullandığı zaman banyo yapamadığı yerden kendisine ait lüks bir küvetin olduğu malikâneye taşınması bile ilk elde somut bir ‘çelişkiler yumağı’ olarak önümüze atılıyor.
Gelelim oyunculuklara. François Cluzet Fransız sinemasının kıymetli aktörlerinden biri. Bence en unutulmaz performanslarından birini (bizde İstanbul Film Festivali’nde gösterilen) 1994 yapımı ‘L’enfer’de ortaya koymuştu. Claude Chabrol imzalı bu filmde, kıskançlığı giderek delilik boyutuna varan bir kocayı canlandırıyordu.
Hoffman-Koç arası
Cluzet, ‘Can Dostum’da da çizgi üstü bir oyunculuk ortaya koyuyor ama zaten böylesi bir performans onun kalibresindeki bir tecrübe için elbette şaşırtıcı değil. Ben şuna dikkat çekmeyi yeğlerim; Cluzet bazı sahnelerde Dustin Hoffman’a, bazı sahnelerde de Rahmi Koç ’a benzemiş. Driss’e gelince, bu karakter, rolü canlandıran Omer Sy’ya bu yılki ‘Cesar’larda ‘En iyi erkek oyuncu’ ödülünü getirdi. Üstelik en önemli aday olarak gösterilen, ‘The Artist’in oyuncusu Jean Dujardin’e rağmen. Hafiften Eddie Murphy’yi andıran Sy, öyküdeki malikânenin sıradan hayatına, Pasolini’nin ‘Teorema’sındaki ‘Ziyaretçi’ gibi bir dokunuş yapıyor adeta. Sy, neşeli, enerjik, içinden geldiği gibi davranan, mesafesiz ve de en önemlisi ‘pragmatist’ Driss rolüyle, gerçekten de unutulmaz bir karakter ortaya koyuyor.
Biz Türkiyeli sinemaseverler, ‘Can Dostum’ adıyla daha önce Matt Damon’lı ‘Good Will Hunting’ filminin çevirisinde karşılaşmıştık. Bu ikinci ‘Can Dostum’, bambaşka sularda yüzüyor. Hüzne neşe katmak büyük beceri ister, ‘Nakache-Toledano ikilisi’ ‘Can Dostum’da bu işin üstesinden fazlasıyla gelmişler, kaçırmayın derim…ALINTI
Orijinal Adı: Intouchables
Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Oyuncular: François Cluzet, Ömer Sy, Anne Le Ny, Audrey Fleurot
Yapım: 2011- Fransa , 112 dk.
Son dönemlerde hayatı sabit bir yerden izlemek zorunda kalanların trajik hikâyelerini bize güzel ve bir o kadar da hüzünle atbaşı giden üç film hatırlatmıştı: ‘Konuş Onunla’, ‘İçimdeki Deniz’ ve de ‘Kelebek ve Dalgıç’… Her birinin de kahramanları için rutin gidişata tutunabilmek adına en önemli vasıf, kendi hayal güçleri ve inatları olduğu kadar işlerini görecek ‘bir başka el’di. Bugünden itibaren gösterime giren ‘Can Dostum’ (Intouchables) ise aynı sularda gezinirken, ihtiyaç sahibinden çok, ‘Bir başka el’i öne çıkarıyor. Ayrıca meseleyi de hüzünden çok komedinin sınırlarında dolaşan bir öyküyle sunuyor.
‘Can Dostum’, ‘Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir’ kategorisinde bir film. Bu ibarenin açılımı ise şöyle: Perde gerisindeki yaratıcılar Olivier Nakache ve Eric Toledano, 2004’te izledikleri ‘A la vie, a la mort’ adlı bir belgeselden ilham alıp ‘serbest nizam’ bir kurgusal uyarlamaya soyunuyorlar ve karşımıza ‘Can Dostum’ çıkıyor. Belgeselde felçli milyoner Philippe Pozzo di Borgo’yla kendisine bakan Arap asıllı Abdel arasındaki ilişki anlatılıyor(muş). ‘Can Dostum’da da aristokrat bir zengin olan felçli Philippe’le Senegal asıllı Driss arasındaki ‘hasta-bakıcı’ ilişkisi öykünün odağına oturuyor.
Nakache-Toledano ikilisi, senaryosunu da yazdıkyarı filmlerinde, iki ana arter üzerinden ilerliyorlar: Birincisi, öyküye hastanın psikolojisinden bakma yerine daha bir orta yerlerden yaklaşıyorlar ve bu kadraj, onlara hüzünden çok komediyle atbaşı gitmeleri imkânını sağlıyor. Phillippe, bakımı için başvuran onca diplomalı uzmandan çok Driss gibi ruhu serseri, kendi sınıfı için çok da uygun olmayan (hatta korkutucu olan) birini seçmesini de, akrabasına açıklarken, belki de öykünün en önemli yanına vurgu yapıyor: “Bana acımıyor.” Driss’in, Phillip’e içinden geldiği gibi (‘Entelektüel dil’le ifade edersek ‘Politically correct’ olmadan yani), kendi sınıfına ve özüne ihanet etmeden davranması, aradaki uçurumları bir anda kaldırıyor ve hikâyenin aristokrat kanadına da ‘yeni açılımlar’ sağlıyor.
Diğer arterde ise hem ‘Burjuvazinin gizemsiz sıkıcılığı’na hem de güncel politikvaziyetler’e göndermeler var. Driss, Phillippe’in bakıcılığını üstlendikten sonra sadece felçli zenginin değil, malikânede yaşayan ama sınıfsal çekincelerden dolayı gerçek kişiliklerinden çok teamüllere göre davranan ahalinin de hayatına zenginlik ve gerçeklik katıyor.
İşin bir de güncel yanı var; o da ikilinin birliktelikleri z ‘Beyaz Fransa ’yla ‘Öteki Fransa ’nın, ‘Ortak bir hayat kurulabilir mi?’ projelerine hizmet ediyor (Filmin çekildiği dönem,
ne de olsa ‘Sarkozy’nin Fransası’ydı). Driss’in geldiği yer, çok çocuklu, hayat standardının düşük, suç oranının ise son derece yüksek olduğu banliyöler (yani ‘La Haine’cilerin bölgesi). Zaten Senegalli bakıcının lavabodaki musluğu kardeşleri kullandığı zaman banyo yapamadığı yerden kendisine ait lüks bir küvetin olduğu malikâneye taşınması bile ilk elde somut bir ‘çelişkiler yumağı’ olarak önümüze atılıyor.
Gelelim oyunculuklara. François Cluzet Fransız sinemasının kıymetli aktörlerinden biri. Bence en unutulmaz performanslarından birini (bizde İstanbul Film Festivali’nde gösterilen) 1994 yapımı ‘L’enfer’de ortaya koymuştu. Claude Chabrol imzalı bu filmde, kıskançlığı giderek delilik boyutuna varan bir kocayı canlandırıyordu.
Hoffman-Koç arası
Cluzet, ‘Can Dostum’da da çizgi üstü bir oyunculuk ortaya koyuyor ama zaten böylesi bir performans onun kalibresindeki bir tecrübe için elbette şaşırtıcı değil. Ben şuna dikkat çekmeyi yeğlerim; Cluzet bazı sahnelerde Dustin Hoffman’a, bazı sahnelerde de Rahmi Koç ’a benzemiş. Driss’e gelince, bu karakter, rolü canlandıran Omer Sy’ya bu yılki ‘Cesar’larda ‘En iyi erkek oyuncu’ ödülünü getirdi. Üstelik en önemli aday olarak gösterilen, ‘The Artist’in oyuncusu Jean Dujardin’e rağmen. Hafiften Eddie Murphy’yi andıran Sy, öyküdeki malikânenin sıradan hayatına, Pasolini’nin ‘Teorema’sındaki ‘Ziyaretçi’ gibi bir dokunuş yapıyor adeta. Sy, neşeli, enerjik, içinden geldiği gibi davranan, mesafesiz ve de en önemlisi ‘pragmatist’ Driss rolüyle, gerçekten de unutulmaz bir karakter ortaya koyuyor.
Biz Türkiyeli sinemaseverler, ‘Can Dostum’ adıyla daha önce Matt Damon’lı ‘Good Will Hunting’ filminin çevirisinde karşılaşmıştık. Bu ikinci ‘Can Dostum’, bambaşka sularda yüzüyor. Hüzne neşe katmak büyük beceri ister, ‘Nakache-Toledano ikilisi’ ‘Can Dostum’da bu işin üstesinden fazlasıyla gelmişler, kaçırmayın derim…ALINTI