Seyir Defteri (3-9 Haziran)
Yazar: İskender Ünal
Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nin bu yıl beşincisi yapıldı. Gidebildiğim filmler oldukça iyiydi. Ömer Lütfi Akad’ın Dört Mevsim İstanbul adlı belgeseli de gösterilen filmler arasındaydı. Lütfi Akad’ın bu filmi tam anlamıyla mucize bir film. Filmle ilgili kapsamlı bir yazıyı, documentarist izlenimlerini önümüzdeki günlerde biletsiz’de bulabileceksiniz.
İstanbul Modern ve Goethe Enstitüsü işbirliğinde gerçekleştirilen Almanya’dan Yepyeni Filmler adlı program bu yıl dördüncü kez düzenlenecek. Biri henüz açıklanmamış toplam on iki filmden oluşan bu seçki adeta bir festival. Dört yıldır kalbürüstü filmleri dolu dolu bir programla İstanbul seyircisine sunuyorlar. Bu yılki programda İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Barbara, Kabuktaki Çatlaklar gibi filmlerin yanı sıra Hans-Christian Schmid’in son filmi de var. Kaçırılmaması gereken bir etkinlik. Goethe Enstitüsü’nden alınacak kartla ücretsiz izlemek de mümkün.

Documentarist’in etkisiyle bu hafta seyir defterinde film sayısı diğer haftalara oranla biraz daha az. Buyrun efendim:
Les Triplettes de Belleville (Belleville’de Randevu-2003)
Sylvain Chomet daha iyisini çekene kadar hep L’ Illusionniste ile özdeşleşecek benim gözümde. Jacques Tati’yi andıran fiziğiyle odağına aldığı sihirbaz hüzünlü öyküsü ile arz-ı endam ediyordu filmde. ‘Modern zamanların’ ’modern’ olmayan insanlarının hayata tutunma çabalarına örnek teşkil eden film insanın içine işleyen bir yapıya sahipti. Yeri gelmişken şiddetle tavsiye edelim.
Belleville’de Randevu’yu benzer bir keyif beklentisiyle izlemeye oturdum. Beklediğim tadı alamasam da vasatın üzerinden bir film izledim. Babaannesi tarafından büyütülen, delicesine Fransa Bisiklet Turu’na hazırlanan Champion’un kaçırılışı ve akabinde olaylar olaylar.
Filmi iki bölümde incelemek mümkün. Birinci bölüm çocukluk ve tura hazırlık dönemi. Filmin en sevdiğim yönleri bu iki bölümde saklı. Filmin başlarında çocuk ve babaanne de gözlemlenen hüzün çocuğun suratında ölümsüzleşiyor. Gördüğüm en derinlikli çizgiydi. Eyfel Kulesi’nde çok uzaktan bakan evlerinin şehrin gelişmesiyle beraber geçirdiği evrim, bütün binalar arasında aldığı ayrıksı hal hatırlanacak bir detay olarak filmde yerini alıyor. Fransa Bisiklet Turu’na hazırlık evresi, köpeğin ‘gelişen şehrin’ evlerinin dibine kadar getirdiği trene duyduğu öfke de akılda kalacak yanları filmin. Tur görüntüleri de şık. Tur esnasında yorgunluktan bitkin düşen üç bisikletlinin kaçırılışı filmin ikinci evresini oluşturuyor. İkinci evre Belleville’de Champion’u arayan babaannenin öyküsü. Belleville’e yanaştıklarındaki ekrana yansıyan şehir New York’un kopyası. Karanlık, tekinsiz bir yer Belleville. Modernizme kafa yoruyor kimi yerlerde. Üzülerek işin animasyon kısmından pek anlamadığımı belirterek sonlandıralım. (2.5/4.0)
His Girl Friday (1940)

Olayların nasıl gelişeceğini az çok tahmin edersiniz. Benzeri birçok filmde olduğu gibi çiftimiz birbirine aralıksız laf sokuyor. Olmuyor mirim, olmuyor canım muhabbetleri dönecek sonrasında gemi sessiz sakin yürümeye devam edecek. Nefes almadan konuluşuyor filmde ama bu can sıkmıyor. Rahatça izlenen, keyifli diyaloglar var ortada.
İlginç bir durum var bu filmde ki ‘özgürlükler ülkesinden’ gelen bu tarz filmlerin tümünde görebileceğimiz bir durum. Cevval gazeteciler validen belediye başkanına kadar adalet temsilcisi, yılmaz gazeteciler olarak çatır çatır hesap soruyor ve otoriteyi hiçe sayıyorlar. Filmin çekildiği tarihe baktığımızda ABD için ortalığı kasıp kavuran savaş halihazırda Avrupa Savaşı olarak anılıyor. Aslında verilmek istenen mesaj ayan beyan ortada. Siz, ey dünyanın geri kalanı, diktatörlükler, otoriter rejimler altında ezilip duruyorsunuz, biz Amerikalılar ise demokrasinin nimetlerinden alabildiğine faydalanıyoruz mesajı veriliyor. Yaşasın demokrasimiz ! (3.0/4.0)
Ay Carmela (1990)

Film çiftin bu yaşadıkları süreç üzerinden dönem İspanyası’na bir bakış atıyor. Temel mesele olarak da apolitik insanları odağına alıyor. Süreç içindeki evrimlerini, değişkenliklerini, her kaba sığışlarını, vicdanlarıyla hesaplaşmlarını, bahane üretişlerini yargılamadan izleyici sunuyor ve sınıfı geçiyor. Almadovar filmlerinin gediklisi Carmen Maura filmin dinamosu, oldukça iyi. (2.75/4.0)
The Spanish Earth (1937)
Belgesel sinemanın krallarından Joris Ivens’in İspanya İç Savaşı’nda hakkını veren, belgesel sinemanın en büyük işlevi olan belgelemek işlevini eşi benzeri bulunmaz bir şekilde resmeden filmi The Spanish Earth Pera Müzesi’nin programı dahilinde seyirciyle buluştu. Seçimle iktidara gelen, askerin tahakkümünü sonlandırmak için mücadele veren halkın iktidarına kudurmuş köpeklerce yapılan saldırının evrelerinden birine odaklanıyor belgesel.
Orson Welles ve Ernest Hemingway’in anlatımıyla ilerleyen filmde döneme dair şahane detaylar var. Terkedilmiş evlerin kapılarının siperleri güçlendirmek için kullanılışı, kamyonların arkasına monte edilmiş, tahtadan devasa hoparlörlerle faşitlere yapılan pişmanlık çağrıları, halk iktidarının üyelerinin konuşmaları güzelim belgeseli süsleyen unsurlar.
Halk Cephesi’nin faşistler karşısında üstünlüğe sahip olduğu bir dönemde, ümit veren bir tonda çekilen belgesel yenilginin adının bile alınmadığı bir dönemi belgelemiş. Kudurgan faşist sürüsünün Alman ve İtalyanlardan oluşan takviye kudurganlarla halk iktidarını alaşağı etmelerine giden sürecin hemen öncesi. İçim acıya acıya, tüylerim ürpere ürpere izledim. Büyük belgeselci Ivens’in izleme şerefine nail olduğum ilk filmi aynı zamanda. (3.25/4.0)
Pera Müzesi’ndeki programa da ismini veren film üstad Attenborough’un ellerinden çıkma bir başyapıt. Attenborough’un izlediğim diğer iki filmine bakıp (Gandi, Chaplin) rahatlıkla söyleyebilirim ki sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden kendisi. Üç filme de bayıldım.
Ah! Ne Tatlı Savaş adı antimilitarist filmler kategorisinin tepelerine konması gereken biraz hakkı yenmiş bir film. Film müzikal bölümlerinin görüntülere eşlik ettiği bölümlerde sözler ile yaşananlar arasındaki tezatı ortaya koyuyor. 1. Dünya Savaşı esnasında cephelerde söylenen şarkıların kullanıldığı filmde umut dolu, vatansever şarkılar ‘vatan uğruna’ ölen gençlerin çaresizliği ve iktidar hırsına kurban edilişlerini sergileyişi ile bahsettiğim tezatı ortaya koyuyor.
Film kapalı mekanda, sary gibi bir yerde, puslu bir atmosferde (kurt-puslu hava mevzusunu aklınıza getiriniz) temsili bir sahneyle açılıyor. 1.Dünya Savaşı’nın temsilcilerinin hepsi bir arada, kodamanlar savaşı konuşuyor. Hepsi vatanseverlikten dem vuruyor. Türkiye temsilcisi de var savaşta oynadığı role layık piyon rolüyle. Akabinde İngiliz Smith ailesi olağanüstü bir şekilde yüksek rütbeli bir askerin bilet kestiği bir panayırda teker teker-isim isim- önümüzden geçiyor. Işıklı tabelada World War One yazıyor. Bu oyun mekanını andıran panayırı andıran savaş görüntüleri fildişi kulesinden savaşı yöneten generallerle birleşiyor.
Film ‘savaşın kazananı kaybettiğini söylemeyendir’ düsturuyla savaşın ‘küçük insanlar’ üstünde oynadığı oyunları gösteriyor. Dinin iktidarla ilişkisini çeşitli dinlerin temel yasaklarını savaş esnasında hiçe sayan aynı dine mensup din adamı mesajlarıyla gözler önüne seriyor. Savaşan ‘küçük insanın’ koyunlar gibi katledilmesini ‘bizim nüfusumuz onlardan fazla. Onlardan beş bin kalacak bizden on bin ve biz kazanacağız’ diye açıklayan, tanrıya bile yalan söyleyen general figürü savaşın ‘ne kadar tatlı’ olduğunu gösteriyor. Filme adını veren şarkıda yüksek rütbeli subaylar her bir ağızdan çocuklar gibi şenler. Filmin dikkat çekici yönlerinden biri de karargahtaki tabelada an be an güncellenen ölü sayısı. Ölen yüz binlerin sayıdan ibaret varoluşları.
Kesinlikle ikinci kez izlemek isteyeceğim bu unutulmaz filmle ilgili son sözler savaş sırasında söylenen bir asker şarkısından gelsin: ‘O taburu arıyorsan nerede biliyoruz. Dikenli tellerin üzerindeyiz.’ (3.75/4.0) ALINTI