Karin Karakaşlı 08.04.2016
‘Yitik
Kuşlar’ın baş kahramanları Bedo ve Maryam adında iki kardeş. Gel gör ki, film,
çocuk gözünü, anlatının ifade gücünü arttırmak için değil, anlatılması tercih
edilmeyenlerin paravanı gibi kullanmayı tercih etmiş.
Yaklaşık bir
yıldan bu yana tanıtım haberleri dönen, hakkında söyleşiler düzenlenen
‘Yitik Kuşlar’, gösterime girdi. Yönetmenliğini ve senaristliğini Ela
Alyamaç ve Aren Perdeci’nin üstlendiği filmin 1915’te Anadolu’da bir Ermeni
köyünde geçen hikâyesi, Bedo ve Maryam adındaki iki kardeşin gözünden
aktarılıyor.
Çocuk gözü
dediğin
Tarihi
anlatıların ağırlığı ve siyasi dava filmine dönüşme kaygısı nedeniyle, dünya
sineması dahil pek çok filmde çocuk kahramanlar üzerinden ilerleyen bir
kurgunun tercih edildiği bilinir. Burada maksat çocuğun o sorgulayan, şaşıran,
naif bakışından güç alarak meseleyi propaganda malzemesi olmaktan çıkarmak ve
insan kalbine ulaşmaktır. ‘Yitik Kuşlar’ın baş kahramanları da Bedo ve Maryam
adında iki kardeş. Gel gör ki, film, çocuk gözünü, anlatının ifade gücünü arttırmak
için değil, anlatılması tercih edilmeyenlerin paravanı gibi kullanmayı tercih
etmiş. Zira Bedo ve Maryam, Baçig (Ermenice Öpücük) adını verdikleri kuşlarıyla
birlikte bir mağara kovuğunda prenses-şövalye oyunu oynarken, köylerinin tamamı
yerle bir oluyor. O zamana kadar ne olup bittiğine dair elimizdeki tek veri,
kilisede toplanan cemaat içerisinde dönen tartışma. Pederin, köydeki
herkesin ikametgâhının istendiği yönündeki duyurusu huzursuzluğa neden oluyor.
İçlerinden biri Ermeni eşkıyalar yüzünden başlarının belaya gireceğinden
yakınırken, bir diğeri ‘O fedailer olmasa, tarlamı yakılmaktan kim
kurtaracaktı’ diyerek Ermenilerin 1915’e giden süreçte nasıl kapana kıstırılmış
olduğuna dair yegâne cümleyi sarf ediyor. Ancak, bu cümle dışında bütün köy halkının
yaşantısı pastoral bir kartpostal neşesi içinde ve abartılı dini sahneler
eşliğinde betimlendiği için, söz konusu ifade, bir şeyin ve tam aksinin arka
arkaya yazıldığı köşe yazıları gibi kalıyor. Hesapçı bir temkin, gergin bir
sigorta anahtarı gibi.
Neyi tahayyül
etmek
Bu kırım
ayları boyunca neler olduğuna dair hiçbir şey sunulmuyor izleyiciye.
Burada kastım saldırı ve tecavüz sahnelerinin gösterimi değil, tam da işte o
çocuk gözüyle vahşetin, zulmün ve haksızlığın iliklerimize kadar
hissettirilmesi. ‘Yitik Kuşlar’ kalabalık sahneleri birer arka fon olarak
kurguladığı için aklımızda dönem giysilerine gösterilen özen dışında bir şey
kalmıyor. Kalabalıkların birbiriyle teması yok. İzleyici ‘Gerisini sen hayal
et’ boşluğuna itilmiş ama neyin gerisinin hayal edilmesi gerektiği, keza
yaşananların nasıl da tahayyüller ötesi olduğu zerre kadar yansıtılmamış.
Kardeşlerden Bedo, iki jandarma tarafından Ermeni kaçağı olarak bulunup teslim
edildiği Hüseyin Ağa’nın çiftliğinde Ali ismini almış. Sünnet edilmiş. Bunları
nice maceradan sonra yeniden kızkardeşine kavuştuğu gün iki cümleyle sıradan
bir şeymişçesine aktarıp geçiyor. Çocuğun üzerinde bunun etkisini
hissedebileceğimiz hiçbir temel yok.
Aynı durum
Ermenileri Ermenilerden çok seven kurtarıcı Mahmut Dayday karakteri için de
geçerli. Ermeni oğlan yetimlerin kabul edildiği bir yetimhaneye Maryam’ı teslim
eden Mahmut’un, geceleri çocuklara anlattığı masaldan hareketle kendisi de
yetimken ona sahip çıkan Hermine Yaya’ya duyduğu vefa borcuyla bu çocuklara
sahip çıktığını anlıyoruz. Bu da fazla bireysel bir hikâye olarak kalıyor. Zira
bu istisnai örnekle kıyas kabul etmeyecek oranda sahipsiz, sefil halde kalan
Ermeni yetim var tarihte. Ve onların hikâyesi de hiç hissettirilmemiş.
Yetimhanedeki çocukların kendi aralarında anne babalarının hikâyelerini nasıl
olup da anlatmadıkları ve neden sahici bir diyalog yerine oyun ve mısır
ayıklama sahneleriyle baş başa bırakıldığımız da bir muamma.
Kuş
metaforunun filmin en başından beri savurganca kullanımı, Anadolu’nun bağrında
çocuklar dâhil bütün Ermeni karakterlerin İstanbul Ermenisi aksanıyla Türkçe
konuşması inandırıcılığı zedeleyen diğer unsurlar. Filmin bu noktada tek eksiği
ayaklar altında ezilen bir nar klişesi!
Pastoral kartpostal
etkisi
Filmin en
güçlü yanıysa belleğe nakşedilen resimler. Geniş açı çekimler çocukların
kendilerine kurdukları özgün ve masalsı dünyayı pekiştiriyor. Bu noktada
filmin, Macar sinemasının kimi görsel şölenlerine öykündüğünü söylemek abartı
olmaz. Ancak o filmlerdeki bellek, travma ödeşmeleri, karakterlerin saliseler
içinde bize aktardığı yoğunluk bu filmin hiçbir karakteri için söz konusu
olmadığından, bahsi geçen görüntüler de başarılı bir reklam filmi
çarpıcılığıyla havada asılı kalıyor.
‘Yitik
Kuşlar’ı izledikten sonra HT Magazin’den Arif Hür’ün yönetmenlerle yaptığı
söyleşiye bir göz attım. Aren Perdeci “Filmi çekerken politik bir derdimiz
olmadığı için organik, gerçek duyguları olan bir film oldu” dedikten sonra
filmin konu ve destekçisini şöyle vurgulamış: “Ermeni tehciri, Kurtuluş Savaşı
veya 2. Dünya Savaşı gibi bilinen bir tarih değil. Ne yazık ki üzeri örtülmüş
bir tarih. Ermeni tehcirini anlatmak bütün bunlardan daha zor. Biz, Kültür
Bakanlığı’nın da katkılarıyla zoru başardık.” Bu katkıların boyutunu düşünürken
film, resmi söylemin incelikle hesaplanmış yeni cümleleri, keza Erdoğan’ın
failden ve yaptıklarından hiç bahsetmeden, Ermeni torunlara başsağlığı dilediği
‘taziye mektubu’ gibi tınlıyor kulağımda.
O söyleşide
dikkatimi çeken ‘Yitik Kuşlar’ı çekmeye karar verdikten sonra size ‘Türkiye’yi
kötü gösterelim’ diyen yerli-yabancı yapımcılar oldu mu?’ şeklinde bir de soru
var. Böylesi bir kehanet sorusuna yadırgamadan şu cevabı vermiş Elâ Alyamaç:
“Cannes’da pek çok Fransız yapımcı ve dağıtımcı bize ‘Bu senaryonun içerisine
dipçikle vurarak askerlerin halka tecavüz ettiği sahneleri koyalım’ diyerek
ciddi paralar teklif etti. Hal böyle olunca elbette direkt masadan
kalktık.” Ardından sözü Aren Perdeci almış: “Türkiye’yi kötü göster, bu
filmi Cannes’a, Venedik’e hatta Oscar’a bile götürürüz, dediler. O an sinirden
kıpkırmızı oldum. Ben Tunceli’de askerlik yapmış adamım, bana bunu kimse
diyemez!” Analojinin mantığını okura bırakıyorum.
En güzel
gelecek…
Filmin vizyona
girdiği bugünlerde rastlantı bu ya, Sur’da evleri başlarına yıkılan halka dalga
geçer gibi bir diğer cabbar bakanlığın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
tanıtım filmi gösteriliyordu. Yerle bir olan kentin hayrat, çardak, eyvan
eşliğinde ‘otantik haliyle yeniden ihya ve inşa edileceği’ muştulanırken;
sokaktan cenazesini alamayan, kömüre dönmüş naaşlarla kavrulan halka “Neşe
saracak tüm avluları, odaları. Yine eskisi gibi şenlenecek Suriçimiz”
deniyor. En ilginci de filmin sonundaki slogan: “En güzel gelecek
geçmişten gelendir.”
Maalesef
geçmiş, güzel gelecek dışında her şeye ilham verebilecek felaketlerle dolu.
Dolayısıyla en güzel gelecek, geçmişin üstesinden gelendir. O da hakikatten
gözünü kaçırmayan bir sanat ve hayat gerektirir. Yitik kuşların neden ve nasıl
yittiğini anlatabilmeyi. Anlatılanı da sırtlayabilmeyi. Zira bu yapılmadığı
sürece Talat Paşa’nın “Abdülhamit’in 30 yılda yapamadığını ben üç ayda yaptım”
cümlesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Eğer devlet olarak terör örgütüyle
mücadeleyi ahlak, vicdan ve hukuk ölçüleri içinde yürütmezsek, bu mesele bizim
için üç günlük iştir”ine bağlanır. Bunun vebali de aradan üç yüzyıl bile geçse
herkesin boynunadır.