Biz ölümden
doğacağız.
Kitera'ya
Yolculuk ― Ταξίδι στα Κύθηρα ― Taxidi sta Kithira
[1984]
Sahne 91
Köylülerin kızgın
çığlıkları aşağı caddeden yükseldi. Yaşlı kadın kederle ardına baktı. Alçak bir
sesle, “Her şeyi yakıp yıkacaklar" dedi. Merdivenlerden aşağı koştular.
Yaşlı kadın kapıyı kilitledi ve anahtarı yaşlı adama verdi. "Üçüncü kez
sürgün" diye fısıldadı yaşlı adam...
_
Bazen bir korku ve
ona eşlik eden
bir rahatlamayla farkına varıyorum ki artık hiçbir şeye inanmıyorum.
Böyle zamanlarda, ilgimi bedenime veriyorum. Bana yaşadığımı hatırlatan yegâne
varlığa...
Üçüncü sürgün
Çok uzaklardan
geliyor Spyro. Yıllarca elinde silahla dağlarda mücadele etmiş, sonra terk
etmiş vatanını, Yunanistan’ı. 32 yıl sonra, kendi yurduna, özüne, toprağına
dönüyor. Bakışları limanda kesişiyor Alexandros ve Voula ile. Spyro, puslu bir
kasabanın ortasında. Yersiz, yurtsuz bir adam. Bu gelişi, gelecek belanın ve
kaosun habercileri. Kimse istemeyecek Spyro’yu, dışlayacaklar, yabancılaşmış,
kendi toprağında bir sürgün hâli kalacak ona. Yaşam, bütün çetinliğini
omuzlarına bırakacak bu adamın. Mücadele alanı daralıyor. Hüzün boğazda
düğümlenmiş. Pek konuşmuyor, susacak, susup anılara gömülecek. İnsanın tutunacak
dalı olmalı. Spyro, Angelopoulos’un gölgesinde büyüyor, devleşiyor,
hüzünlendiriyor, göç ediyor, sürekli, sürgün hâlinde, kendi arazisinde, kendi
kalbinde bile. Yaşam direnişlerin savaşına dönüşüyor, hakikati bulmak çok
uzaklarda değil. Gökkuşağı Kitera’da doğacak, denizler onu izleyecek, dalgalar
fırtınasız bir tepenin ardında saklanacaklar. Gözyaşı birikiyor pınarlarda,
asfaltların sertliği yerleşmiş çakıl taşlarına, evren kafiyelerini arıyor,
çemberi daralıp genişliyor, kanlar pıhtılaşıyor, silahlar artık yok, göç
çocukların bakışları altında kurşuna diziliyor. Angelopoulos, hecelerin
aralarına giriyor usulca, derinliklerin kuvvetini sise katıyor, grileştiriyor.
Topraklar
satılıyor, herkes göç ediyor. Spyro, onca yılın hasretini toprakta buluyor, direniyor,
herkes düşman ona. Satmayacak arazisini, bu kimsenin para almaması demek. Kimse
bilmiyor bunu, toprağa dönmüyor, bakmıyor kimse. Her şey kapitalleşip özün
çekirdeğinden kopmuş durumda. Spyro’nun aşağılanışı bundan, istenmeyişi bundan.
Her yer ona bir pranga, ruhu zincirleniyor toprağa. Kalbi, anılarının buğulu
tabakasıyla kaplı. Alexandros’un ıssız yolun ortasında dururkenki soğukluğu
hâkim yüzünde. Dönüşü, hakikat söküklerini getiriyor. Katerina, gözlerinde
kayboluyor Spyro’nun. O’nun en derinlerinde, sevgisi, bir olmuş bir kalbi var.
Spyro, göçün tam ortasında. Yalnızlığın, sessizliğin izlerinde eziliyor, her
saniye, her dakika. Böyle bir sürgünlüğün acısı ve kaybı olmalı. Anlam
verilemeyen bir yıkım, bir çeşit hakikatin yitirilişi. Şiirselliğin ritminde
Kitera. Theodoros Angelopoulos, bu yolculuğun rediflerini tek tek işliyor,
ustalıkla, sessizce, sis katarak, vicdanı ve hakikati göstererek, limanların
soğukluğunu yaşatarak.
-İlk sene, zaman
geçmek bilmiyor. İdare ediyorsun... sonra ikinci yıl, üçüncü… Bir şeye tutunmak
zorundasın. Başta, Yunanistan'ı düşünüyorsun, geride bıraktıklarını... ama
sonunda, kalbin rahatsızlanıyor. Sonra bir gün, bir kadın çıkıverir, sana yemek pişirir,
düğmeni diker... Bu gibi şeyler... Orada üç çocuğum daha var...
-Nasıl birisi...
diğer kadın?
Spyro’nun
sessizliği, yıkılışın sesi. Burada bir yenilmişlik yok. Sadece geçmişe dayalı
anıların içinde yitip giden bir adam ve arkasındakiler saklı çayırlarda. Uçsuz
bucaksız bu topraklar, kalbin genişliğini, ferahlığını istiyor ama düzen
insanları müsaade etmiyor. Bugün sislerin içindeki figüranların ortaya çıkma
zamanı. Hepsi direniyor, hepsi konuşlanıyor, bağırıyor, bağırıyor, hiç
durmuyorlar. Kasabanın üstündeki bu kasvet ve rahatsızlığın yıllar sonra ortaya
çıkışındaki art niyet, belanın işareti. Belayı istemeyecekleri gibi, göçün
sancılarını da reddedecekler. Hakikati gizliyorlar, sessizliğin içine. Sisleri
fırsat biliyorlar. Ortadan kalkmalı onlara göre, çayırlardaki yangın bu yüzden,
çapa seslerine tahammülleri yok. Göçün hüznü bir kez daha yaslanıyor Spyro’nun
kalbine, Katerina sessizliğe gömülüyor yine. Korku ve ümit arasında bir adam.
İkisinin arasında sıkışıp kalıyor, her defasında sonsuz bir döngünün içinde,
yaşamı ölülerle dolu. Yersiz yurtsuzluğun çok ötesinde, tütün yaprakları
biliyor çilesini, hakikatini. Anılara gömülü bir yaşam dakikası çayırların
serinliğine bedel ama Spyro bu noktada tek başına. Katerina gözlerinde doluyor,
yeşeriyor, birleşiyor, o bugünde, Spyro’ysa dünde. Dün ve bugün iç içe.
Sağanak yağmur
kamçılıyor Spyro’yu. Yılların acısını çıkarıyor bedeninden, defalarca,
acımasızca, merhametsizce. Kemanı da ıslanıyor. Sovyetler’e yağan kar gibi her
teli, soğuk ve hüzünlü. Dinmiyor, şiddetini arttırıyor gündüz ve gece. Sadece
izliyorlar, bakıyorlar, denizler köpürüyor. Bir hiç gibi. Koca bir hiç Spyro.
Kitera uzakta yasını tutuyor. Onurlu bir adamın onuru eziliyor. Susacak Spyro,
o sustukça bizim vicdanımız bir darbe daha alacak, kalbimiz bir kez daha
titreyecek. Karadaki adımları silik. Kalbi, anıları, zihni göç hâlinde olan bir
adamın ne zaman yurdu olur? Öldüğünde mi? Yoksa öldürüldüğünde mi? Spyro’nun
yurtsuzluğu, onların korku dolu ve taşlaşmış kalpleri.
Angelopoulos
manzaraların pusluluğunda gizleniyor. Kitera’yı hakikatin eşiğine bırakıyor, en
kuytuya, kuytularda ölüm daha derin. Ölüm, yaşamın içinden ansızın doğuyor.
Martı sesleri çok uzaklardan duyuluyor, sis çöküyor, yağmurlar diniyor. Soğuk
rüzgârlar esiyor, liman kederlendirilmiş bir vasıfla isyan ediyor bu
katlanılmaz yazgıya. Ruhlar çoğalıyor, git gide, kalabalık soytarıların
gösterisini izliyor. Çirkin krallar tahtını bırakmıyor, gökyüzünü
paylaşmıyorlar, gölgeleri yokluyor bir adam. Kadın onu istiyor, en uzağa, en
kuytuya, en sessizliğe. Bu dünyanın tozluluğundan uzağa, hainliğin olmadığı bir
yer olmalı. Yolculuk çetin olsa da inanmış iki el, bir kalbe karşı koymaya gücü
yetmez, yetmeyecek de. Izdırap ve elem birlikteler, adam ve kadın susuyorlar,
birbirleriyle bütünler. Deniz, onları göğüslüyor, onların yurdu, kovulmuş bir
kalp birbirlerine ağlıyor, yağmurda ağladıklarını bile bilmiyorlar. Sis, bütün
bunları onlar görmesin diye üzerlerini örtüyor, yavaşça, sessizce ve merhametli
bir şekilde. Bakışlar ufukta birleşiyor, Kitera’ysa kalbini bekliyor.
Çürük elma.
Arıcı ― Ο
μελισσοκόμος ― O melissokomos [1986]
-Şanslısın.
Dinle... Şarkı gibi, değil mi?
-Nedir o?
-Çiftleşmemiş genç
arılar... Kraliçe arı olmak isteyen ve balmumundan yapılmış hapishanelerinin
kapısını döven bakireler kapıyı kırmaya çalışıyorlar. Fakat diğerleri,
nöbetçiler dayanarak çatlakları dolduruyorlar.
-Çıkmalarına neden
izin vermiyorlar?
-Çünkü arılar
sadece Kraliçe olarak seçtiklerinin çıkmasına izin verirler. Diğerleri ilkinin
başına bir şey gelmesi hâli için saklanıyor. Bu arada erkek arılar suya
gidecekler. Üzerimizde biriken işlerini yapıyorlar. Onları görebiliyor musun?
-Ne yapıyorlar?
-Kraliçe’yi
bekliyorlar. Gelecek erkek arılarla dans ederek göğe yükselecek ve bir tanesini
seçecek.
-Bu Kraliçe'nin
dansı mı?
Anılarıyla bir
adam, suskun. Sürekli olarak geçmişin o görkemli hikâyelerinde, toz toprak
yaşanmışlıklarında yaşıyor, dünde kalmış kalbi, benliği, her şeyi. Bugüne ait
bir şeyi varsa o da kocaman bir hiç. Yine göç, yine yol, yine bir Spyros.
Evlatları ayrılıyor evden bir bir, kimi okuyor, kimi evleniyor. Eşinin
kalbinden oldukça uzak. O yalnız, tek başına, öğretmenliği bir istifanın
gölgesinde sükunete bürünüyor. Babasının, dedesinin, toprağının meşgalesine
dönüyor, Arıcı. Yollara düşmüş bir arıcı. Kovanları kamyonetinin arkasında,
kendi anılarının seyahatine düşüyor, sessizce. Oldukça ketum, bakışları sabit.
Dinlenecek vakti arıyor, dünya ters düz olmuş. Yerle yeksan bir toprağın
arasında ezilip kalıyor, arayışı kendinden ötede.
Spyros’un
kalbindeki eksiklik, sevgi ve sessizlik gözlerinin ışığında gizleniyor. Hayat
ona tokadını atmış, atmış bir köşeye, umarsızca. Her şeye, herkese
yabancılaşmış, saçındaki aklar kendi geçmişinin anılarını bağırıyor. Hüznü
kenetlenmiş, her defasında yara alıyor, göç hâli, yolculuğu ona eski dostlarını
görme fırsatını veriyor. Bugünü reddediyor Spyros, bugüne dair ne varsa. Hiçbir
şey onu tatmin etmiyor. Gelgitlerin ortasında savrulup duruyor, her defasında
sancılanıyor, eksik bir adam Spyros.
Genç kız. Yersiz
yurtsuz genç bir kız. Bugünü hatırlatan bir kimse sadece. Göçün ortasında
buluyorlar birbirlerini. Spyros’un kalbini tamamlıyor. Spyros, kaçıyor,
dönüyor, dolaşıyor, genç kızdan uzak durmaya çalıştıkça, onu kalbinden atmaya
çalıştıkça iyice saplanıyor kalbine. Sevgisini, merhametini ona veriyor.
Ağzından laf çıkmıyor pek. Bu bir tutku, aşkın bağı. Spyros, bugüne saplanmayı
reddediyor her defasında. İki insan, ikisi birbirinden kurtulmaya çalışıyor,
sonra birbirlerini arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar.
Öyle ki tüm bunlar olurken sessizlik O melissokomos’un içinde büyüyor, Arıcı
Spyros kuytulara karışma niyetinde, dünyadan el ayak çekiyor, bugünün dünyası
artık çok kirli. Hayat tesadüf ya da biraz karma. Kendi öz topraklarının
kokusu, yurdunun hasreti, gençlik yıllarının dostları bu dünyadan, kendi
dünyasından göç ettikçe onun ketumluğu daha katlanılmaz bir hâl alıyor. Bu
dünyanın gülünçlüğünü istemiyor çünkü onu yaşamaya bağlayacak öze, hakikate
dair izlerden noksan. Angelopoulos, Spyros ile bir insanın varlığını ve
hiçliğini iki keskin çizgi ile gösteriyor. Onun maneviyatındaki yokluğunu,
varlık-hiçlik dualitesini, arayışının dakikalarını hakikat sessizliğine ve
pusluluğuna bağlıyor. Kovanlardaki arılar sonsuz kargaşayı, petekleri onların
çıkmazını oluşturuyor. Bitmek bilmeyen sesleri Spyros’u sindiriyor. O sustukça,
onların sesleri artıyor. Rüzgâr yaklaşıyor, korku da.
Victor Erice’in 1973 yılı yapımı, destansı dicta blanda
filmlerinden biri olan İspanyol taşra hicvi Arı Kovanının Ruhu’ndaki düşünce
geçişlerinin bir benzeri Angelopoulos’un Arıcı’sında da mevcut. Erice,
taşradaki yalıtılmış kültürün özünü - sevgiyi, hakikatin merhalelerini iki
çocuk (Ana ve Isabel) ile gösterirken, Angelopoulos bunu sadece Spyros’un
omuzlarına yıkarak yapar, genç kızıysa bugünün bir prototipi olarak verir. Ana
ve Isabel, Erice’in arı - kovan metaforunun salt mekanizmasını oluşturur,
onlara fonksiyon ve toplumcu gerçekçilik perspektifine uzanarak bir
kimlik kazandırır. Onları, toplumun ötesindeki geleceği karartılmış, yalnızlığa
itilmiş çocuklar olarak resmeder. Angelopoulos’un Spyros’unun bu bağlamda Ana
ve Isabel’den farkı yoktur, bu iki timsalin ardında adil olmayan dünya düzeni
yatar ki iki usta yönetmen Erice ve Angelopoulos bir aralıkta buluşur : Hakikat
değişmez, birdir.
İlk seferinde hava
güneşliydi. Güneş ışığı gözümüzü alıyordu. Meramımız belliydi. Boş yere
gölgelik bir yer aradık...
Theodoros
Angelopoulos, Spyros’un anılara gömülü yaşamıyla eskiyi, değişmemiş ve saf
olanı bir kez daha suyun yüzüne çıkarır. Zaman ilerledikçe zehirlenir insan,
eskide bozulmamışlık vardır. Belki de Spyros’un bugünkü yaşantısının kökleri
çoktan kurumuştur, bitap düşüşü, çöküşü ve de yıkılışı bugüne bir ağıttır,
bugünün dünyası, eskinin dünyası, keskin farklar ve bu farkların arasındaki
boşlukta kalan bir insan ya da insanlar. Değişmiyor, bugündeki genç kıza son
kez tutunmak isteyişi bundan. Yaşamasını gerektirecek dallara sıkı sıkı
tutunmalı Spyros. Gözlerinin sürekli olarak boşluğa dalışı rahatsızlık verici,
yaşadığı anlarda ölüşünün dirilişini istiyor ama zorluğun içinde kalbi ve
anıları.
Toprağın insanının
elleri titrer. Çile ve hüzün her zaman vardır. Bazen can yorar. Kalbini
dinlendirmek ister, her şeyden vazgeçip, en uzağa, en kirlenmemişe, en güzeline
gider insan. Bu bir saplantı değil. Saldırıları, dünyanın tozlu yüzeylerindeki
hakikatin yitirilişinden doğan örümceklerin dağılmayan ağlarına benzer. Ondan
kurtulup, pür olanı göğsüne alıp sarılma niyeti taşır kalp. Zira, insan temiz
yaratılmıştır. Kirleten biziz, onlar. Bugünkü yaşantısının izlerini gördükçe
daha çok yara alır. Anıların kendi seyahatindekini yerini bilir. Zaman geriye
doğru değil, ileriye doğru akar. Onlar Spyros’u öldürdükçe, Spyros daha da
derinlere iniyor, hasretlerine, anılarına. İçimizde diriliyor. Bugünden eksik,
yarım okunmuş bir kitap gibi, daimi bir resimsizlik isteği gibi. Spyros’un
yaşamındaki bulantının mimarları bugün kendi dünyalarında insanları öldürüyor,
acımasızca, kazandıklarını sanıyorlar, yanılıyorlar. Bu istek onlara
diğerlerinin yaşam alanını bir alt bareme indirgeme imkanı tanıyormuşçasına
hoyratça soytarılıklarını sergilemeye devam ediyorlar ve insan bir kez daha
kuytulara çekiliyor. Spyros, kovanlarının yanında artık, babasının, dedesinin
toprağında. Yıllar önce orada yaşardı. Toprağı kokluyor, toprak ona istediği
her şeyi veriyor.
Ölümlerinin ardından
usta yönetmen T. Angelopoulos’a ve Fellini filmleriyle bildiğimiz, Arıcı’da
ciğerlerimize işleyen usta oyuncu Marcello Mastroianni’ye en derin duygularla…
Puslu
Manzaralar ― Τοπίο στην ομίχλη ― Topio stin omichli [1988]
Sevgili Babacığım,
Sana yazıyoruz
çünkü gelip seni bulmaya karar verdik. Seni hiç görmedik ve seni özlüyoruz. Hep
senin hakkında konuşuyoruz. Ayrıldığımız için annem çok üzülecek. Onu derinden
seviyoruz, sakın sevmediğimizi düşünme ama hiçbir şeyi anlamıyor. Senin nasıl
göründüğünü bilmiyoruz. Alexander bir sürü şey söylüyor. Seni rüyasında
görüyor. Seni çok özlüyoruz. Bazen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri
duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise orada hiç
kimsecikler olmuyor. Sonra, kendimi yalnız hissediyorum. Sana engel olmak
istemiyoruz. Sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri döneceğiz. Bize cevap
yazarsan tren sesiyle yap : tatan... tatan... tatan... tatan... İşte buradayım,
seni bekliyorum… tatan... tatan...
Voula
İki küçük kalp.
İkisi de birbirlerine bağlı. Tarif edilemeyen bir korku var yüzlerinde. Soğuk
tren istasyonları, göçlerinin habercisi. Bu göç, sürgünlük hâli, umutla
başlıyor, içlerinde besledikleri umutla. Sonsuza dek uzanan, sevgi ve hasret.
Yollara düşüşleri eksikliklerini tamamlamak adına, karanlıktan aydınlığa
uzanmak için, başlangıçta karanlık vardı. Bilmedikleri diyarlara, bilmedikleri
insanların içine karışarak yaşamın karmaşasına, hıçkırıklarına şahitlik
ediyorlar. Onlar çocuk kalbinin güzelliğiyle varlar. Kirlenmemiş, saf ve en
güzel hâlleriyle sürekli gidiyorlar, sürekli. Vazgeçmiyorlar. Sınırları
bilmiyorlar.
At, özgürlüktür.
Çocukların özgürlüğünü öldürmeyin. Herhangi bir at, fark etmez. Bu, Voula ve
Alexander için pek önemli değil. Soğuk bir yer. Yabancı insanlar, yabancı bir
kasaba. Yabancı olmayansa, hissiyatları. Voula ve Alexander ağlıyor ata. Attan
ziyade ölümün soğukluğuna alışık değil bu iki kalp. İçlerindeki duygu
birikintisi yaşlı adamların ağlamalarına benziyor. Ellerini tutacak kimsecikler
dahi yok. Öyle ki arkalarında başka dünyanın insanları gülüp eğlenirken onlar
hüzünleniyor. Dünya böyle bir yer. Acımasızca, birileri sürekli gülüyor,
birileri sürekli ağlıyor. Değişmeyense, bunların birbirinden bağımsız olmayışı.
Bir çocuğun özgürlüğünü öldürenler, onu bir hiç gibi köşeye fırlatanlar
acizliklerini göstermekten utanmıyorlar. Ve asıl huzursuz eden de
maneviyatsızlığı istemeleri, hissiyatları bertaraf etme arzuları, kazanmak,
sürekli bir zafer, sürekli bir galibiyet, bunun için sahte provalar, sahte
benlikler ve de sahte kalpler üretmeye devam etmeleri.
Asil olanın hep
köşede saklanışı, Puslu Manzaralar’ın sessiz manifestosundan başkası değil.
Yaşamın bütün çetinliği hâkim önlerinde. Sürekli yığılıyorlar, sürekli bir
engel çıkıyor. Bu hiç bitmiyor. Küçük bakışları umutsuzluğu yıkıp geçmek
istiyor. Kötü insanlar var ve bunlar oldukça zararlı. Çocuklar, yaşamın
çizgilerinde yitip sisli ağaçları, puslu manzaraları, fotoğraf şeritlerinin
gerçekliğini istiyorlar. Başka bir şey değil. Görmediklerinin özlemini
duyuyorlar, seviyorlar. Angelopoulos, çocukları dünyanın o bozulmamışlığın bir
portresi olarak sunuyor, onların hakikatini denizlere, gökyüzüne yerleştiriyor.
Çocukların içinde bulundukları durum rayların soğukluğuna ve karanlığına eşit.
Ne eksik ne fazla. Onlar ilerledikçe, yolları da büyüyor. Ardılı sonsuz. Baba
gizli bir özne, anne kapalı bir ses. İlginçtir ki babalarının yokluğu gibi film
boyunca anne de gözükmez. Sadece bir gölge, bu kadar. Çocukların yoksunluğu
belki de bu yüzden daha hüzünlendirici, daha çarpıcı bir hâl alabilmektedir.
Annesiz, babasız bir çocuk her zaman mahzun ve masumdur. Tüm bu soğuk şartlar
altında, yürüdükleri yollar göğüslerindeki enginlere benzer.
Sürgünlük hâline dayanamıyorlar, yorgun ve argın düşüp çoğu kez tanımadıkları garlarda uyuyup kalıyorlar. Sürgün iki çocuk, yine göç hâlinde bir adama rastlıyorlar. Hem arabası hem motosikleti var. Bu, çocuklar için muazzam bir duygu. Kaderleri ortak, yolları kesişiyor insanların. Yersiz-yurtsuzluk özlemi içinde barındırır, onda muntazam bir şefkat gizlidir. Sonra, içten bir dayanışma, kendiyle barışık olma hâli. Sürekli gidiyor olma duygusu, bir yerlere bağlı olmama düşüncesi insanı silker, kimi zaman yıpratır, kimi zaman içinde öldürür insanı. Bir şeylerin varlığına hükmedemeyebilir, hatta çekirdeği bile kırabilir, ondan sıyrılıp kendi göç farkındalığını ve vicdanını kurar insan. Düşünce hareketlidir. Yaşama direniş gerekli, o kutsal zafer için, ötelerdeki ağaçlara sımsıkı sarılmak için.
Sürgünlük hâline dayanamıyorlar, yorgun ve argın düşüp çoğu kez tanımadıkları garlarda uyuyup kalıyorlar. Sürgün iki çocuk, yine göç hâlinde bir adama rastlıyorlar. Hem arabası hem motosikleti var. Bu, çocuklar için muazzam bir duygu. Kaderleri ortak, yolları kesişiyor insanların. Yersiz-yurtsuzluk özlemi içinde barındırır, onda muntazam bir şefkat gizlidir. Sonra, içten bir dayanışma, kendiyle barışık olma hâli. Sürekli gidiyor olma duygusu, bir yerlere bağlı olmama düşüncesi insanı silker, kimi zaman yıpratır, kimi zaman içinde öldürür insanı. Bir şeylerin varlığına hükmedemeyebilir, hatta çekirdeği bile kırabilir, ondan sıyrılıp kendi göç farkındalığını ve vicdanını kurar insan. Düşünce hareketlidir. Yaşama direniş gerekli, o kutsal zafer için, ötelerdeki ağaçlara sımsıkı sarılmak için.
İçerdeki inanç. Voula ve Alexander, bir inancın verebileceği tüm erdemi kendi
içlerindeki konuşmalarda ve davranışlarda göstermektedir. Alexander’ın Voula’ya
-bir şekilde tamamlanamayan- dünyanın oluşumuna dair hikâyesi, rüyasındaki
imgeler ve denizin içinde beliren devasa, betonarme el ile kendi hakikatlerinin
gerçekliği işaret edilir. Bu onların gözünde somut olarak göğe doğru yükselen
“Tanrı’nın Eli” gibidir adeta. Başlangıçta her şey karanlıktı, sonra ışık
çıktı. Angelopoulos, çocukların rüya-hakikat olgusunu bu tasvirle
gerçekleştirdiği gibi, pusları ve fotoğraf şeridindeki gözükmeyen ağaçları
sınırların ötesine yerleştirir. Sınırlar, bilemediğimiz sınırlar… Alexander’ın
bilmediği sınırlar.
Her birimiz sana
aynı şeyi yazıyor ve her ikimiz de sessizleşiyoruz... birbirimiz aynı dünyaya,
aynı ışığa, aynı karanlığa ve sana bakmadan önce…
Puslu Manzaralar,
bir yol ve hüzün sancısı gibi gözükse de tüm bunları aşıyor. Angelopoulos,
insanın içindeki çıkmazları, kendi hakikat eşiklerini, kendi olması gereken yol
– sınır ile göç hâlinin altını bir kez daha çiziyor. Puslu bir hakikat,
ötelerde bekler vaktini. Oraya yolculuğun sonunda varıldığında karanlıktan
aydınlığa uzanacağız. Bir manzara çıkacak ortaya, gözleri kamaştıran.
Büyüleyici. Sessizleşeceğiz önce. Sonra, bir ışık belirecek. Pusun tam
ortasındayız. Derinlerde bir yerde hareketlilik var. Her şey, her yer derin ve
saydam. Bu, tarif edilemeyecek bir duygu. Korku da var. Gölgelik bir yer
arayacağız, yılların arzusu belki de bu olacak, yıllarca beklenen bir an.
Engeller aşıldı artık, sular geçildi, karanlıklardan kurtulma vakti. Özgürlüğün
ve saadetin ferahlığı yavaş yavaş çöküyor, görkemli bir düzen. Kurulmuş düzenin
uzantısı sonsuzluğa benziyor, hakikat artık çok yakın. Angelopoulos susuyor,
kelimelerini geri vermiyor bize. Manzara giderek tüm asilliğini göstermeye
başlıyor, bütün bir tatlı inadıyla. İlk başta her şey güneşliydi. Ölüyoruz,
ölüyoruz, ölüyoruz. Biz ölümden doğacağız.
Hullo Seagull.